Eleonora
Sub conservatione formae specificae saha anma.
-Raymond Lully
[1]
Tutkulu ve hayal gücü kuvvetli bir aileden geliyorum. Bana
deli diyenler oldu. Ama deliliğin aslında en yüce deha olup
olmadığı derin ve muhteşem şeylerin çoğunun hastalıklı
düşüncelerden, genel düşüncelerin yerini alan zihinsel ruh
hallerinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı hâlâ tartışılan bir
konudur. Hayal kuranlar, sadece geceleri düş görenlerin
gözden kaçırdığı pek çok şeyi fark eder. O boz bulanık
hayallerde sonsuzluğu görür ve gerçeğe döndükleri anda yüce
bir sırrı öğrenmenin eşiğine gelmiş olmanın heyecanını
hissederler. O kısacık anda bilgeliğin iyiliğinden bir şeyler
kapar, ona dair bir şeyler öğrenirler; ama kötülüğün salt
bilgisinden kaptıkları daha çoktur. “Tarifsiz ışığın” engin
okyanusuna dümensiz, pusulasız açılırlar; ve, o Nubialı
maceraperest coğrafyacı gibi, “agressi sunt mare tenebrarum,
quid in eo esset exploraturi.”
[2]
Öyleyse deli olduğumu söyleyelim. En azından zihinsel
varlığımda iki belirgin durum olduğunu kabul ediyorum -biri
yaşamımın ilk dönemindeki tartışmasız sağlam mantığım-
diğeri ise şu andaki ve hayatımın büyük bir kısmındaki
karamsar ve şüpheci halim. Bu yüzden yaşamımın ilk
dönemine ilişkin anlattıklarıma inanın; ve sonrakilere de
ancak akla yakın geliyorsa inanın ya da hepsinden şüphe edin;
veya şüphe edemiyorsanız, bunları Oedipus’un bilmecesi gibi
görün.
Gençliğimde sevdiğim kız kuzinimdi (şimdi ona ilişkin
anılarım çok net ve bunları sakince yazabiliyorum); annemin
-öleli epey olmuştu- tek kız kardeşinin tek kızıydı. Adı
Eleonora idi. Rengarenk Otlar Vadisi’nde, tropik bir güneşin
altında birlikte yaşar, birbimizden hiç ayrılmazdık. Birisi yol
göstermedikçe o vadiye kimseler gelmezdi, çünkü etrafını
saran dev tepeler gün ışığı dışında her şeyin, herkesin yolunu
keserdi. Civarından yol geçmezdi. O çok sevdiğimiz
yuvamıza ulaşmak için binlerce orman ağacının arasından güç
bela geçmek ve milyonlarca hoş kokulu, muhteşem çiçeği
çiğnemek gerekirdi. Bu yüzden ben, kuzinim ve annesi
yapayalnız yaşıyor, vadinin dışındaki dünyaya ilişkin hiçbir
şey bilmiyorduk.
Vadimizi çevreleyen dağların ardından, yaşadığımız yerin
yukarısındaki loş bölgelerden ağır ağır akarak gelen dar ve
derin bir nehir öylesine parlaktı ki Eleonora’nın gözleri
dışında bu nehir kadar parlak bir şey yoktu. Labirent gibi
yatağında kıvrıla kıvrıla akar, iki dağ arasındaki gölgeli bir
boğazdan ve geride bıraktıklarından daha da karanlık
tepelerin arasından geçerdi. Buna “Sessizlik Nehri" derdik;
çünkü akarken ortalığı dinginleştirir gibiydi. Usul usul akar,
hiç ses çıkarmazdı. Derin yatağındaki inci gibi çakıllar
(bunlara bakmaya bayılırdık) hiç kımıldamazdı. Her biri
olduğu yerde kalır, hiç durmadan muhteşem parıltılar saçardı.
Nehre çeşitli yerlerden usulca karışan dereciklerin
kıyılarında, en dipteki çakıllı yatağa kadar uzanan kaynak
sızıntılarının geçtiği yerler de - tıpkı dağlar arasında uzanan o
vadinin tamamı gibi yumuşak, yeşil, kalın, kısa, düz ve
vanilya kokulu otlarla kaplıydı. Bu otların arasında sarı
dügünçiçekleri, beyaz papatyalar, mor menekşeler ve yakut
kırmızısı zambaklar saçılıydı. Bu beneklerin görüntüsü öyle
güzeldi ki içimizde Tanrı sevgisi ve hayranlığı uyandırıyordu.
Ve bu çimenliklerde yer yer, düşsü korular uzanırdı.
Bunların fantastik ağaçlarının uzun, ince gövdeleri dik
yükselmez, öğlenleri vadinin ortasına düşen gün ışığına doğru
zarifçe eğilirdi. Abonoz ya da gümüş renkli görkemli
kabukları öyle pürüzsüzdü ki Eleonora’nın yanakları
dışındaki her şeyden daha düz, daha kaygandı. Bu ağaçlar,
tepelerinde saçılmış gibi duran ve sabah rüzgarlarında titreşen
dev, parlak yaprakları olmasa, Tanrı Kral Güneş’e saygı
gösterisinde bulunan dev Suriye yılanlarına benzetilebilirdi.
Aşk yüreğimize düşmeden önce, bu vadide Eleonora’yla
on beş yıl el ele gezindik. O on beş, ben yirmi yaşındayken
bir akşam o yılana benzeyen ağaçların altında oturup
birbirimize sarıldık ve Sessizlik Nehri’nde yansıyan
görüntülerimize baktık. O güzel günün geri kalanında hiç
konuşmadık. Ertesi gün de çok az ve ürke ürke konuştuk.
Tanrı Eros dalgalardan çıkagelmiş ve şimdi içimizde
atalarımızın ateşli ruhlarını uyandırdığını hissediyorduk.
Neslimiz asırlardır tutkuları ve hayalleriyle diğerlerinden
ayrılıyordu ve şimdi içimizde uyanan tutkular da türlü türlü
hayaller görmemize yol açıyordu Bunlar bir araya gelince
Rengarenk Otlar Vadisi’ne ateşli bir vecd hali, bir nefes gibi
yayıldı. Her şey değişmişti. Eskiden çiçeksiz olan ağaçlarda
şimdi yıldız şeklinde tuhaf, parlak çiçekler açıyordu. O yeşil
halının rengi parlaklaşmıştı. O beyaz papatyalar birer birer
solduğunda yerlerini onlarca yakut kırmızısı zambak alıyordu.
Yürüdüğümüz yollardan hayat fışkırıyordu. İlk kez
gördüğümüz flamingolar diğer şen parlak kuşlarla birlikte
bize kızıl tüylerini sergiliyordu. Nehirde altın ve gümüş rengi
balıklar geziniyordu. Nehrin derinliklerinden çıkıp gelen bir
mırıltı giderek yükseldi ve sonunda Aeolus’un arpından
çıkandan daha kutsal, sakinleştirici bir melodiye dönüştü; bu,
melodi bütün seslerden güzeldi. Eleonora’nınki dışında
Hesper’in
[3]
diyarlarında uzun süredir izlediğimiz dev bir
bulut buradan yavaşça süzülerek çıktı. Kızıl ve altın sarısı
renkleriyle muhteşem olan bu bulut tepemize gelince durup
sakince azar azar alçalmaya başladı. Sonunda kenarları
dağların zirvelerine değip bu donuk zirvelere bir ihtişam
katarak bizi heybetli, görkemli, büyülü bir hapishaneye
sonsuza dek kapattı sanki.
Eleonora’nın meleklere has bir güzelliği vardı;
[4]
çiçeklerin arasında geçirdiği kısa yaşamı boyunca saf ve
masum bir bakire olmuştu. Kalbini canlandıran aşk ateşini
kurnazca gizliyor da değildi. Birlikte Rengarenk Otlar
Vadisi’nde yürürken, beni bu kalbin en derin yerlerinden
inceliyor ve bu yürekte son zamanlarda meydana gelen
değişiklikleri uzun uzun anlatıyordu.
Sonunda bir gün, gözyaşları içinde bana bütün insanların
başına gelmek zorunda olan o en son, üzücü değişimden
bahsetti. O günden sonra da bu konuyu hiç dilinden
düşürmedi ve bütün konuşmalarımızda değindi. Her sözünde,
aynı temayı durmadan, Şirazlı ozan gibi farklı, etkileyici
varyasyonlarla yineliyordu.
Ölümün parmağının göğsüne dokunduğunu görmüştü.
Aşkla kusursuzlaşmışken tıpkı kelebekler gibi kısa sürede
ölmek zorunda olduğunu görmüştü. Ama mezara girmekten
tek bir şey yüzünden korkuyordu. Bunu bana bir akşam
alacakaranlıkta, Sessizlik Nehri’nin kıyısında anlattı. Onu
Rengarenk Otlar Vadisi’ne gömdükten sonra bu mutluluk
verici yerden sonsuza dek ayrılacağımdan, ona karşı
duyduğum tutkulu aşkı dıştaki gündelik dünyadaki kızlardan
birine yönelteceğimden korkuyordu. Hemen oracıkta kendimi
Eleonora’nın ayaklarının dibine attım ve başımı kaldırıp ona
kimseyle evlenmeyeceğime, alçaklık etmeyeceğime, onu hep
anımsayacağıma ve bana karşı sadakatla beslediği, beni
kutsayan o aşka ihanet etmeyeceğime yemin ettim. Evrenin
yüce hakiminden sadakat yeminimin şahidi olmasını istedim.
Tanrı'dan ve Helusion’lu
[5]
azizeden, bu yemini bozarsam
beni öyle korkunç bir şekilde lanetlemelerini istedim ki,
bundan bahsetmeye dilim varmıyor. Bu sözlerimi duyunca
Eleonora’nın parlak gözleri daha da parladı. Sanki sırtından
büyük bir yük kalkmışçasına iç geçirdi. Titredi ve acı
gözyaşları döktü. Ama yeminimi kabul etti (sonuçta bir
çocuktan başka neydi ki?) ve bu ölüm döşeğinde onu
rahatlattı. Birkaç gün sonra, huzur içinde ölürken, içini
rahatlattığım için öldükten sonra ruhunun beni gözleyeceğini
ve izin verilirse gecenin geç saatlerinde görebileceğim şekilde
karşıma çıkacağını söyledi. Ama bu cennetteki ruhların
gücünü aşıyorsa, en azından bana sık sık varlığına ilişkin
işaretler verecekti; nefesini akşam rüzgarlarına karıştırıp
üstüme üfleyecek, ya da soluduğum havaya meleklerin
tütsülerinin hoş kokularını yayacaktı. Ve bunları söylerken
masum yaşamı sona erdi ve benimkinin de ilk dönemi sona
ermiş oldu.
Buraya kadarını olduğu gibi anlattım. Ama Zaman’ın
yolundaki, sevgilimin ölümüyle oluşan o bariyeri aşınca ve
hayatımın ikinci dönemine girince zihnime bir gölge düşüyor
ve anlattıklarımın doğruluğundan şüpheye düşüyorum. Ama
yine de devam edeyim. Yıllar ağır ağır geçip gitti. Rengarenk
Otlar Vadisi’nde yaşamayı sürdürdüm. Ama her şey tekrar
değişmişti. O yıldız şeklindeki çiçekler soldu ve bir daha
açmadı. O yeşil halının rengi attı. O yakut kırmızısı
zambaklar kurudu ve onların yerinde göze benzeyen, koyu
renkli menekşeler çıktı küme küme; çiy yüklüydü her biri,
huzursuzca kıvranıp duruyordu. Ve hayat o diyarı terk etti.
Artık uzun boylu flamingolar bize kızıl tüylerini
sergilemiyordu. Yanlarında getirdikleri diğer şen parlak
kuşları da alarak vadiyi hüzünle terk edip tepelere uçtular.
Altın ve gümüş rengi balıklar vadinin aşağısındaki boğazdan
geçip uzaklaştılar ve o güzel nehri bir daha asla süslemediler.
Aelous’un
rüzgar-arpından
çıkanlardan
daha
hoş,
sakinleştirici ve Eleonora’nınki dışında bütün seslerden daha
yüce olan o melodi giderek hafifledi ve nehir en sonunda
önceki sessizliğine tekrar büründü. En sonunda da o dev bulut
yükseldi; o kat kat altın parıltısını ve tüm ihtişamını yanına
alıp Rengarenk Otlar Vadisi’nden çekilirken dağları eski
donukluklarına terk edip Hesper’in diyarlarına geri döndü.
Ama Eleonora verdiği sözleri unutmamıştı. Çünkü
meleklerin sallanan buhurdanlıklarının seslerini duyuyordum;
kutsal bir tütsünün kokusu vadiye sürekli yayılıyordu;
gecenin geç saatlerindeki yalnızlığımdan, kalbim hızlı hızlı
atarken, alnımı okşayan rüzgarlara hafif iç çekişleri
karışıyordu; gece havasında hafif mırıltılar işitiyordum; ve bir
keresinde de -ah, sadece bir kereliğine!- ölü gibi uyurken
birden dudaklarımda ruhani dudakları hissederek uyandım.
Ama kalbimdeki boşluk bunlarla dolmayı reddediyordu.
Daha önce onu doldurup taşırmış olan aşkın özlemini
çekiyordum. Sonunda vadi bana Eleonora’yı anımsattığı için
acı vermeye başladı ve orayı gürültülü dünyanın
beyhudelikleri ve zaferleri uğruna terk ettim.
Kendimi tuhaf bir şehirde buldum; belki burası Rengarenk
Otlar Vadisi’nde uzun süre gördüğüm tatlı düşleri
unutturabilirdi bana. Görkemli bir sarayın debdebesi ve
eğlenceleri, silahların çılgınca takırtıları ve kadınların parlak
güzellikleri başımı döndürdü ve beni sarhoş etti. Ama ruhum
henüz verdiği sözlere sadık kaldığı için gecenin sessiz
saatlerinde
hâla
Eleonora’nın
varlığının
işaretlerini
alıyordum. Bu belirtiler birden kesilince dünyam karardı ve
zihnime dolan yakıcı düşünceler, bana rahat vermeyen
korkunç arzular karşısında dehşetle donakaldım; çünkü
hizmetinde olduğum kralın eğlenceli sarayına uzaklardan, çok
uzaktaki bilinmeyen bir diyardan bir genç kız gelmişti ve
alçak kalbim bu kızın güzelliğine hemen teslim oldu. Ona
hemen, onursuzca boyun eğdim. Ona aşkların en tutkulusuyla
tapıyordum. Tüm ruhumu gözyaşları içinde ateşli bir
hezeyanla güzeller güzeli Ermengarde’nin ayaklarının dibine
sererek ona taparken ruhumu yükselten o vecd halinin
yanında; vadideki genç kıza karşı hissetmiş olduğum tutku
neydi ki? Ah, Ermengarde ışık saçan bir melekti! Bunu
bildiğimden gözüm başkasını görmüyordu. Ah, Ermengarde
ilahi bir melekti! Unutulmaz gözlerinin derinliklerine
bakarken sadece bunları ve onu düşünüyordum.
[6]
Evlendim -yeminimi bozmanın lanetine uğramaktan
korkmadan evlendim; ve bu lanete uğramadım da. Ve pencere
kafesimden içeri bir kez daha gecenin sessizliğinde tek bir
kez daha- artık beni terk etmiş olan o hafif iç çekişleri girdi.
Ve çök iyi tanıdığım o tatlı sese dönüştüler "Huzur içinde
uyu! Çünkü Aşkın Ruhu sultan ve hükümdardır. Tutkulu
kalbine Ermengarde denen kişiyi alınca Eleonora’ya verdiğin
sözlerden muaf tutuldun. Bunun sebeplerini ise ancak
Cennet’te öğreneceksin."
[1]
Yaşamın ruhunun varlığını sürdürmesi, sahip olduğu
bedeni korumasına bağlıdır.
[2]
Karanlık denizi keşfe çıkarlar.
[3]
Akşam yıldızı, Venüs.
[4]
Poe öykünün buradaki ilginç bir kısmını sonradan
çıkarmıştır: “-ve şimdi, o döneme ait her şey gibi bunu da çok
iyi hatırlıyorum. Uzun boylu ve narin denecek kadar zayıftı.
Bedeninin inceliği ve yanaklarının rengi ne yazık ki yaşamla
olan bağının ne kadar zayıf olduğunu gösteriyordu. Vadideki
zambaklardan bile güzeldi. Yunan tanrıçası Venüs'ün burnuna,
dudaklarına ve çenesine sahipü. Muhteşem bir alnı, kumral
dalgalı saçları ve ailesinden gelen iri parlak gözleri vardı.
Ama güzelliği insanı sevdirdiği kadar da şaşırtan türdendi.
Hareketlerinde yüce bir zerafet vardı. Muhteşem adımlarını
atarken çimenlerde iz bırakmazdı. Ruh hallerinin değişmesini,
bir hüzünlü, bir neşeli olmasını (içinde barınan iki farklı ruhtu
bunlar) hayranlıkla izlerken hülyalara dalardım. Böyle
zamanlarda yüzü öyle değişirdi ki, bir an onu bir gülümseme
ruhunun, bir sonraki andaysa bir gözyaşı iblisinin zaptettiğini
düşünürdüm. O...
[5]
Poe Elysium’u böyle yazar. Elysium Yunan
mitolojisinde Hades’in kutsanmış ölülere ayrılmış kısmıdır.
[6]
Poe sonradan buradan bir pasaj çıkarmıştır: “Anlamlı
gözlerinin mavi derinliklerine bakarken sadece onu
düşünüyordum. Ah, Leydi Ermengarde öyle güzeldi ki!
Gözüm başkasını görmüyordu. Ah, kumral buklelerinin
dalgalanışı muhteşemdi. Onları göğsüme bastırırken
kendimden geçiyordum. Yürüyüşündeki muhteşem zerafet de
içimi hazla dolduruyordu. Onun çok eskiden kaybettiğim
Eleonora gibi bir ağlayıp bir güldüğünü görünce, ölesiye
sevmeye başladım. Düşüncesizce ettiğim yeminin lanetini
unutup -küçümseyip Leydi Ermengarde ile evlendim.
Do'stlaringiz bilan baham: |