“Şu Çin mafyası değil mi?”
Mutlulukla güldü ve içimde bir tapınağın çanları çaldı.
“Seni o otobüsün önünden çektiğim anda anladım,” dedi. “Gözlerine bak
tığımda, bütün ışıklar yandı. Ve zaman...”
“... yavaşladı,” diye devam ettim. “Dakikalar uzadı. Günlerce...”
“... etkisinden kurtulamadım,” dedi. “Lin, bana inanmak ve benimle ol
mak zorundasın, anlıyor musun? Ama seni bu işe bulaştıramam.”
“En sevdiğin renk kan kırmızısı,” dedim.
Omuzları gevşedi ve yüzüne o zeki gülümsemesi yayıldı.
“En sevdiğin mevsim kış. Bilhassa da Basel’in kışı. En sevdiğin film,
Key Largo.
En sevdiğin yemek, barbeküde biftek. En sevdiğin şarkı, ‘The
Internationale’, en sevdiğin araba, 1967 model Chevy Camaro.
Mat siyah ve
kırmızı deri döşemeli. Şimdilik motosiklet tutkun yok ama...”
Beni öptü. Gözlerimi kapadım. Başımın tepesinde bir ışık dolaşıyordu.
Sonra dalga dalga soldu ve kayboldu. Aşk su gibidir, denizi arar. Aşk
zaman
gibidir, anlamı arar. Aşk, olanı ve olacakları arar.
“Kes şunu!” dedi beni iterek.
Elinin tersiyle denizi arayan suyu siliverdi. Konuşmak için gözlerimi açtı
ğımda suratıma tokadı yedim.
“Kendini öldürtme sakın,” dedi. “Bunu yine yapmak istiyorum.”
“Hangisini? Öpmeyi mi, tokatlamayı mı?”
“İkisini de ama belki sıraları farklı olur.”
Kapıyı suratıma kapadı.
Aşk. Aşk boş bir otel koridorunun mermerlerindeki yankıya benzer.
Didier beni lobide bekliyordu.
“Karla’yla kalırsın diye düşünmüştüm,” dedi otelden çıktığımızda.
Durup ona sert bir bakış fırlattım.
“Sana enteresan ve tehlikeli haberlerim var,” dedi konuyu değiştirerek.
“Concannon’ın nerede iş tuttuğunu öğrendim.”
Gece uzundu ve ruh hâlim de buna gayet uygundu.
“Kaynağın güvenilir mi?”
“Bugün öğleden sonra saat üçte oradaydı.”
“Nerede?”
“Akreplerin evlerinden birinde.”
“Marine Lines Yolundaki mi?”
“Evet. Nereden biliyorsun?”
“Vishnu’yla diğerlerini takip ettim. Ara sıra orada takıldıklarını biliyorum.”
“Planın ne?”
“Oraya gidip kapıyı çalacağım.”
“Bir el bombasıyla mı?” diye sordu Didier.
“Hayır. Sen Vishnu’yu arayıp bu gece, saat onda onu ziyaret edeceğimi söy
leyeceksin.”
“Bende Vishnu nun telefon numarası olduğunu nereden çıkardın?”
Derin bir iç çektim. “Didier.”
“Tamam, tamam. Didier’de herkesin numarası vardır elbette. Ya da kolayca
bulabilir. Ama kurtların inine girmek ne kadar akıllıca sence?”
“Concannon da konuşmak isteyecektir. Zaten gevezenin teki.”
“Alınma ama seninle konuşmak isteyeceği kanısına nereden vardın
merak
ediyorum doğrusu.”
“Alınmadım. Sanjay Şirketi’nden ayrıldım ve hâlâ hayattayım. Benimle ko
nuşmak isteyecektir.”
“Öyle olsun bakalım. Adamını arayıp geleceğini haber vereceğim.”
Otele döndü ve Sih kapı bekçilerinden birine işaret etti. Adam yanıma
geldi.
“Buyur, baba?” dedi elini uzatarak.
Tokalaşırken avucuna biraz para sıkıştırdım.
“Mesainiz bitince çocuklarla bir yerlere gidersiniz.”
“Sağ ol, baba. Bu gece bir sürü zengin misafir var ama hepsi cimri. Senin
için ne yapabilirim?”
“Bayan Karla’ya göz kulak ol. Bilmem gereken bir şey olursa, Metrodaki
Amritsarda kalıyorum.
“Merak etme,” dedi ve arkadaşlarının yanma koştu.
Didier döndüğünde suratında sıkıntılı bir ifade vardı. Yağmuru gözleyen
balıkçılara benziyordu.
“Tamam,” dedi. “Vishnu seni bekliyor. Fazla vaktimiz yok. Silaha ve cep
haneye ihtiyacımız var.”
Bir taksi çevirmek için yola doğru baktı.
“Yanıma silah almayacağım.
Sen de gelmeyeceksin,” dedim.
Çocuk gibi tepindi. “Hayatta olmaz. Beni bu maceradan mahrum edersen
mezarına tükürürüm. Didier yeminlerini tutar ona göre.”
“Mezarıma mı? Senin önce ölmeyeceğin ne malum?”
“Nureyev gibi üzerinde bale yapacağım.”
“Bale yapacaksın?”
“Nureyev gibi.”