“Bien sur,”
dedi. “Sen ne yapacaksın?”
“Daha bilmiyorum ama bir süre ortadan kaybolacağım. Hikâyelerim sana
emanet. Bir dahaki görüşmemizde alırım.”
Ona dosyayı verip motoruma koştum. Abdullah kendi motorunu çalıştır
mıştı bile.
“Bu silah sesleri nereden geliyor?” diye sordum.
“Bizimkilerden.”
“Polislere ne oldu?” diye sordum kontağı çevirirken.
“Geliyorlar ama Ravi havaya ateş açtı,” dedi. “Birazdan makinelilerle bura
da olurlar. Gidelim.”
Abdullah’la akşamüzeri trafiğine karıştık ve arabaların arasından ilerledik.
Ara sıra boş kaldırımlara çıkıyor ya da benzincilere dalıp kestirmeden gidi
yorduk.
Dakikalar sonra, Pedder Yolundan aşağı inmiştik ve Hacı Ali’nin ada me
zarına bakan meyve suyu dükkânının yanındaydık.
“Sanjay’a haber vermek gerek,” dedim ışıklarda durduğumuzda.
“Bence de.”
Meyve suyu satan dükkânın önüne park edip motorları görevlilere teslim
ettik ve mafya babasını aradık. Sesi uykudan uyanmış gibi boğuktu.
Ama çabuk ayıldı.
“Ne?” diye böğürdü. “Şimdi neredesiniz?”
“Hacı Ali’deyiz,” dedi Abdullah telefonu benim de duyabilmem için ara
mızda tutarak.
“Buraya gelmeyin sakın. Birkaç gün ortalıkta görünmeyin. Hay ben sizin
gibi heriflerin! Doğru söyleyin, hiç sivil vuruldu mu?”
Abdullah, Sanjay’ın yalancılık iması üzerine, öfkeyle başını sallayarak tele
fonu bana uzattı.
“Hayır,” dedim.
Siviller suç dünyasıyla hiçbir ilgisi olmayanlardı. Hâkimler, avukatlar, hay
dutlar, gardiyanlar ve polisler sivil sayılmıyordu.
“İki Akrep ve Concannon diye serbest çalışan bir tip bacaklarından vurul
du. Concannon aynı bacağına iki kurşun yedi. Gerisi sağlam. Bir sürü görgü
tanığı vardı. Çoğu sokaktan. Diğerleri de Leo’nun garsonları.”
“Bu belayı başımıza sen sardın,” diye tısladı. “Nasıl temizleyeceğimizi de
sen söyleyeceksin, göt herif.”
“Yanlış hatırlamıyorsam, sen de Leo’nun önünde birini vurmuştun,” dedim
sakince.
Abdullah
seni gidi
dercesine parmağını salladı.
“Hatta iki kere miydi? Ayrıca bunu ben başlatmadım, Sanjaybhai. Bir süre
önce Akrepler başlattı. Geçen ay bizi dokuz kere vurdular. Leo’ya saldırmaları
nın sebebi de orayı sevmemiz. Hem Şirket’e ait bölgenin de tam ortasında. Şu
yabancıya gelince, birbirimizi yememiz en çok Concannon’ın işine gelir çünkü
yeni bir çete kuruyor. Bütün bildiğim bu. Sana akıl öğretemem. Buna kalkış
mam bile. Ama eğer istersen bu durumu lehine çevirebilirsin.”
“Madachudh! Bahinchudh!”
diye bağırdı Sanjay. Sonra yine sakinleşti. “Bu
işi örtbas etmek bize bir servete patlayacak! Sence Colaba’daki polislerle kim
anlaştı?”
“Görevde Şimşek Dilip vardı. Ama bu kadarına cüret edebileceğini sanmı
yorum. O düşmanlarının sağ ve bağlı olmasını tercih eder.”
“Matre diye bir müfettiş yardımcısı var,” dedi Sanjay. “Ne zamandır ensem
de. Bu işte kesin onun parmağı var. Siz ikiniz ortalarda görünmeyin. Gerisini
ben hallederim. Yarın bana yerinizi bildirirsiniz. Abdullah’ı ver.”
Telefonu Abdullah’a geri verdim. Bana öfkeyle bakınca omuzlarımı silktim.
Bir süre Sanjay’ı dinledi.
İki kere evet dedi ve kapadı.
“Ne iş?”
“Sana yaralı mısın diye sordu mu?”
“Bilirsin, Sanjay merhametli bir adam değildir,” dedim.
Abdullah kaşlarını çattı. “Yahu insan bir sorar be.”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Suratın kanıyor,” dedi Abdullah. “Senin doktorlara göstermek gerek.”
“Aynada baktım. O kadar kötü değil.”
Alnımdaki yaraları ve Concannon’ın sopasının geldiği gözümü kapayacak
şekilde kafama bir mendil bağladım.
“Asıl sorun şu ki,” dedim, “Sanjay bizim için kimseye savaş açmayacak.
Kaldık mı sap gibi?”
“Onu savaşa zorlayabilirim.”
“Olmaz, Abdullah. Sanjay beni çoktan salladı. O vesileyle sen de güme
gittin. Sanjay ancak biten savaşlara girer.”
“Tekrar ediyorum, onu savaşa zorlayabilirim.”
“Abdullah,” dedim, “ben Sanjay’ın savaşa girmemesine bozulmuyorum ki.
Hatta iyi ki girmiyor. Bu bizim meselemiz. Başka kimsenin karışmasını iste-
miyorum.”
“İntikamımızı alacağız, inşallah.”
“Bir süre baş başa kalacağımıza göre, bir plan yapmalıyız. Orada üç kişiyi
vurdun. Üstelik birini iki kere. Ne yapmak istiyorsun?”
Başını çevirip kavşakta birleşen sokaklara ve yanımızdan geçen arabalara
baktı.
Tekrar bana döndüğünde dudakları aralıktı. Ama hiçbir şey diyemedi.
Yapayalnız kalmıştı. Silah arkadaşları onun yardımına koşmamıştı. Düşman
hattının gerisinde kalan ve kaçış yolunun tıkandığını öğrenen bir asker gibiydi.
“Bence aramıza mesafe koymak en doğrusu,” dedim. “Belki Goa’ya gide
biliriz. Gece yola çıkarız. Ama kimseye söyleme. Ne zaman birilerine Goa’ya
gidiyorum desem bana kirli çamaşırlarını toplatmaya kalkıyorlar.”
Yüzünü güldürmeye çalışmıştım ama işe yaramadı.
Abdullah, Güney Bombay’a doğru baktı. Oraya dönmek ve karşısına çıkan
bütün Akrepleri öldürmek için kıvrandığını biliyordum. Birkaç saniye daha
bekledim.
“Eee, ne diyorsun?” diye sordum sonra.
İki derin nefes aldı ve usulca üfledi.
“Leopold’e seni özel bir yere davet etmeye gelmiştim. Ama o sırada orada
olmam bir şans mıydı bunu zaman gösterecek.”
“Bahsettiğin şu yer neresi?”
Tekrar ufka baktı.
“Oraya peşimizde karanlık bir gölgeyle gideceğimizi hiç düşünmemiştim.
Yine de benimle gelir misin?”
“Elbette ama nereden bahsettiğini anlamadım.”
“Hocaların hocasına gideceğiz. Khaderbhai’ye bilgeliğini aktaran adama.
Adı, Idriss.”
Bu efsanevi öğretmenin adını tekrarladım.
“Idriss.”
“Orada,” dedi Abdullah kuzeydeki tepeleri işaret ederek. “Şu dağda, bir
mağarada. Suyumuzu buradan alacak ve yanımızda götüreceğiz. Bilgeliğin zir
vesine uzun bir tırmanış olacak.”
Elimizden geldiğince temizlenip yola çıktık. Sıcak muson havasında, oto
banda yük kamyonlarının arasında ilerledik. Arkalarındaki kule gibi yüksek
balyalar her dönemeçte üzerimize yıkılacak gibi duruyordu. Yolculuk hoşuma
gitmişti. Neyse ki Abdullah bu sefer hızlıydı. Buna ihtiyacım vardı. Bütün dik
katimi ağır araçların arasından geçmeye harcarken can acımı hissetmiyordum.
Sonradan bayağı bir ızdırap çekeceğimi biliyordum tabii. Acıyı erteleyebilirsi
niz ama onu asla yok edemezsiniz.
Do'stlaringiz bilan baham: |