Kibir gururun kartvizitidir ve her şeyi Berile doldurur.
Minnet alçak gönüllülüğün kartvizitidir ve içinde sevgiye yer bırakır.
Burası Ranjit’e bir not yazmam için en uygun yerdi. Daktiloyla yazılan metin
den son sayfayı kopardım, aynı sözleri elle tekrar yazdım ve dosyayı kapadım.
“Lin,” dedi Didier. “İçmiyorsun. Hemen o kalemi bırak elinden.”
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Kavita.
“Vasiyetini yazmak için daha vakit var, dostum,” dedi Naveen.
Kavita’ya baktım. “Patronuna bir not yazdım.”
“Yoksa bir aşk mektubu mu?” diye sordu Kavita kıkırdayarak.
“Sayılır.”
Notu katlayıp Sunita’ya verdim.
“Olmaz,” dedi Didier. “Önce yüksek sesle oku da hepimiz duyalım.”
“Ne?”
“Kuralları çiğnemek için hiçbir fırsatı kaçırmamalısın, dostum,” dedi
Didier.
“Hadi oku, Lin.”
“Ama bu özel bir not.”
“Herkesin içinde yazmasaydın öyleyse,” dedi Kavita kâğıdı Sunita’nın elin
den kaparak.
“Hey,” dedim notu geri almaya çalışarak.
Kavita atik davranıp ayağa fırladı. Hafiften çatallı ve boğuk bir sesi vardı.
Konuştuklarından çok ardında gizli anlamları merak ettirirdi.
Notumu yüksek sesle okudu:
Seninle açık konuşacağım, Ranjit. Bence sen basın dünyasının yüz ka
vasısın.
Bir daha bana ait olan herhangi bir şeye dokunursan seni doğduğuna
pişman ederim.
Notumu sana ileten kızda numaram var. Hırsını ondan çıkarırsan,
onu işten atmaya ya da herhangi bir şekilde incitmeye kalkışırsan, haberim
olur ve seni anandan doğduğuna pişman ederim. Benden uzak dur.
“Bayıldım,” dedi Kavita gülerek. “Bunu Ranjit’e ben verebilir miyim?”
Birden biri bağırdı. Sonra, yerdeki mermerlerin üzerine cam kırıkları yağ
masıyla hepimiz girişteki büyük kemere baktık. Concannon, Leopold’ün gar
sonlarından birkaçıyla dalaşıyordu.
Yalnız değildi. Yanından Akreplerden birkaç kişi vardı. İri yarı Hanuman,
Concannon’ın arkasında duruyordu. Depodaki kırmızı saatlerden hatırladığım
başka yüzler de vardı.
Kapıdan en son kalem bıyıklı Danda girdi. Sol kulağını korsanların göz
bağlarını andıran siyah bir deri parçasıyla kapatmıştı.
Concannon’ın elinde bir sopa vardı. Ucuna deri bir kılıfla kurşun bir ağırlık
bağlanmıştı. Bununla Leopold’ün Sih başgarsonuna saldırdı. Etraftan çığlıklar
ve bağrışmalar geldi.
Uzun boylu Sih garson iki büklüm oldu ve bacakları yükünü daha fazla ta-
şıyamadı. Diğer garsonlar ona yardıma koştu. Concannon onlara da acımadan
saldırdı. Ortalık kan gölüne döndü.
Bu sırada, Akrepler restorana dalarak yollarına çıkan masaları devirmeye
başladı. Şişeler, bardaklar ve tabaklar yere düştü. Sandalyeler havada uçuştu.
Neye uğradıklarını şaşıran müşteriler bir anda kendilerini yerde buldu.
Kavita, Naveen ve ben ayağa fırladık.
“Niyeti bozmuşlar,” dedim, “işimiz zor.”
“Canıma minnet,” diye tısladı Kavita.
Ona çabucak göz attım. Bir elinde bir şişe, diğerinde çantası vardı.
En yakındaki çıkışın önü kalabalıktı. Arkamızda bir köşe vardı. Masayı
çekersek, Divya’yla Sunita onun arkasında güvende olabilirdi en azından.
Naveen’le göz göze geldiğimizde aklımdan geçenleri okumuş gibi başını salladı.
“Divya, köşeye,” dedi arkasını işaret ederek.
Minik sosyete kelebeği ilk kez onunla tartışmadı. Sunita’yı elinden tutup
köşeye çekti. Kavita’ya baktım.
“Avucunu yalarsın,” dedi ateş püsküren gözlerle.
Bu vahşi saldırının sebebini bilmiyordum ama Concannon’la Akreplerin
zamanlaması mükemmeldi. Tam öğle ve akşam yoğunluğunun arasındaki saat
lerdi. Leopold’ün garsonlarının yarısı yukarıda şekerleme yapıyordu.
Geri kalan çalışanlar Concannon’la adamlarının sürpriz baskınına hazır
lıksız yakalanmalarına rağmen ellerinden geldiğince direniyorlardı. Ama karşı
taraf sayıca üstündü. Birkaç müşteri de bizimle birlikte kabadayılarla dövüş
meye hazırlandı.
Naveen hızlı davranarak birkaç yumruk savurdu. Ben zorbalardan birini
yarı baygın bir garsonun üzerinden aldım. Adamı Kavita’ya doğru savurdu
ğumda bizim gözüpek gazeteci boş bir bira şişesini adamın kafasına indirdi.
Adam yere düştüğünde diğer müşteriler onu tekme yağmuruna tuttu.
Leopold’ün sahibi uykudaki garsonları uyandırmıştı. Arkamızdaki dar mer
divenlerden aşağı akın ettiler. Akrepler eskisi kadar cesur saldırmıyordu artık.
Akıntı tersine dönmüştü.
Naveen’le onları sokağa sürdük. Kapıya yaklaşmıştık ki, Concannon’la bu
run buruna geldim.
Bu kavgayı kaybedeceğini biliyordu belki ama gözlerindeki aman
sız pırıltı hâlâ yerli yerindeydi. Sığ suda balıkların pulları gibi parlıyorlardı.
Gülümsüyordu. Basbayağı mutluydu.
Sopasını omuz hizasına kadar kaldırdı.
“Şeytan sana meftun, dostum,” dedi ve birden üzerime saldırdı.
Sağa sıçrayıp çömeldim. Sopa sol omzuma indi. Kasın altındaki kemiğin
sarsıldığını hissettim. Hızla doğruldum ve yukarıdan aşağı doğru bir sağ yum
ruk savurdum. Doğruca kafasının arkasına denk geldi. Bütün gücümle vur
muştum ama yetmedi.
Concannon kafasını sallayıp sırıttı. Sonra sopayı yeniden kaldırdı. Onu so
kağa doğru ittim.
Filmlerdeki kavgalar uzun sürer. Sırayla bir biri vurur, bir öteki. Gerçek
sokak dövüşlerinde ise her şey çok daha hızlı gelişir. Herkes elinden geldiğince
sert vurur ve bir kere yere düştün mü, çoğunlukla bir daha ayağa kalkamazsın.
Bazen de yer en güvenlisidir tabii.
Yumruklarımı alnıma yapıştırıp Concannon’a vurmak için bir fırsat bekle
dim. Sopayla bana bir kez daha saldırdı. Sağa sola kaçarak kurtulmaya çalıştım.
Geri geri yürürken Naveen’e çarptım. Göz göze geldik ve hemen sırt sırta
verdik.
Leopold’le bir sıra sokak tezgâhı arasında yalnızdık. Garsonlar girişteki ke
merde duraksadı ve sıralarını bozmadılar. Sokakta olanlar onların sorunu de
ğildi. Kavganın yeniden restoranın içine taşınmasını istemiyorlardı. Bu sırada
Akrepler de bize yaklaşmıştı. Naveen dört adamla karşı karşıyaydı ama ona
yardım edemiyordum çünkü bende de Concannon vardı.
Bir aralık yakalayıp uzun boylu İrlandalIya sağlı sollu yumruklarla saldır
dım. Ama hepsine, sopasını savurarak karşılık verdi. Yüzüme çarpan ağırlıkla
burnumdan kanlar boşaldı. Yumruklarım ne kadar sert ve isabetli olursa olsun,
onu yere indiremiyordum.
Aklıma türlü kelimeler geliyordu. Bir fırtınada sürüklenen kar taneleri gi
biydiler.
Do'stlaringiz bilan baham: |