KAYIP SEVGİLİLER BÜROSU
Didier Levy, Aşkların Efendisi
Naveen Adair, Kayıpların Efendisi
Kartvizitin arkasında kulağa benzettiğim bir resim vardı ve şöyle yazıyordu:
DÜNYA GEVŞEK AĞIZLAR SAYESİNDE DÖNÜYOR
Amritsar Otel, Süit No:7, Metro, Bombay
*
“Sizce fazla mı gösterişsiz olmuş?” diye sordu Didier bütün samimiyetiyle.
“Kayıpların Efendisi mi?” dedi Naveen hayretle. “Tolkien görse bayılırdı.”
“Kulak neden?” diye sordum saf saf.
“Uf, Lin. Herkes senin gibi kulak koparmıyor ki? Yani bir kulak görünce
hemen kopuk kulaklar akıllarına gelmiyor.”
“Ben kulak görünce kopuk kulakları düşünmüyorum ki,” diye itiraz ettim.
“Bari süit yerine oda yazsaydın.”
“Bir dakika,” dedi Diva minik elini göğsüme koyarak. “Sen birinin kulağım
mı kopardın?”
Naveen’e baktım. “Kurtar beni.”
“Diva...” diye başladı Naveen.
“Kıçım bir koltuk görmeden tek kelime daha etmeyeceğim. Limuzin nerede?”
Hepimiz ona baktık.
“Artık bir limuzinin yok,” dedi Naveen. “Arabayı geri yolladım.”
Diva gülmeye başladı ama bizim gülmediğimizi görünce Naveen’in yaka
sına yapıştı.
“Ne yaptın, ne yaptın?”
“Diva, lütfen,” dedi Naveen yakasını kurtarmaya çalışarak. “Güven bana.”
“Güveneyim mi? Senin yüzünden arabasız kaldım. Şu pabuçları görüyor
musun? Bunlarla ne kadar yürüyebilirim ki? Bir daha soruyorum, dört teker
lekli ayakkabı kutum ne cehennemde?”
“Yürürken konuşsak? Hadi.”
“Seni uyuz böceği, seni...”
“Bayan Diva, lütfen,” dedi Didier. “Tek düşündüğümüz sizin iyiliğiniz.
Bütün bunları sizin güvende olmanız için yapıyoruz.”
Diva tek tek hepimizin suratlarına baktı ve hışımla yürüdü. İlerideki köşeyi
döndü ve peşinden gittiğimizde sırtını bir duvara yasladığını gördük.
Bir ayağını arkasındaki duvara dayamıştı. Beyaz, dik yakalı bir bluz, sarı,
şık bir etek ve bilekten bağlanan ayakkabılar giymişti. Eteğinin hafifçe kalkan
ucundan kısa ama biçimli bacakları görünüyordu. Diva poz vermeyi bilen bir
kızdı. Ülkenin bütün dergilerine poz vermişti.
Göz ucuyla Naveen’e baktım. Onu aşkla süzüyordu. Arzuyla ama asla şeh
vetle değil.
Biz sert çocuklar çabuk açık oluruz
, demişti Didier. Ve Naveen Adair
de hiç şüphesiz ki âşık bir sert çocuktu.
Diva inatçı ve gururlu bir kızdı. Naveen onu ikna etmek için bütün gerçek
leri acımasızca yüzüne vurması gerektiğini biliyordu.
Babasının ahlaksız politikacılar, polisler ve gangsterlerle yaptığı namussuz
anlaşmalar şimdi Diva’nın ayağına dolanıyordu. Diva bunları dinledikçe duva
ra dayadığı ayağı kaydı.
“Ciddi bir tehdit altındasın, Bayan Diva,” dedi Didier usulca. “Meseleyi
enine boyuna konuştuk ve ortak bir karara vardık.”
“Babanın başı kötü adamlarla belada ve etrafı asla güvenemeyeceği iyi
adamlarla çevrili,” dedi Naveen. “Bunu o da biliyor. Seni malikâneye götürme
mi bu yüzden istemiyor.”
“Anneciğim,” diye inledi Diva bir hayaletle konuşur gibi.
“Ben kaçmanızı öneriyorum,” dedi Didier. “Derhâl ve mümkün olduğunca
uzağa. İsterseniz ben gerekli bütün ayarlamaları yaparım. Lin sahte evrakları
düzenler. Bu konu hallolana kadar güvende olursunuz.”
“Babamı bırakamam,” diye dudak büktü Diva. “Ya hapse girerse? Bana ih
tiyacı olmaz mı? O hâlâ Bombay’dayken hiçbir yere gitmem.”
“Başka bir seçenek daha var,” dedi Naveen. “Yakınlardaki fakir bir mahal
lede saklanmak.”
“Nasıl ya? Önce babanın başı kötü adamlarla dertte, sen de güvende değil
sin diyorsun, sonra beni tekinsiz bir mahalleye tıkmaya çalışıyorsun. Bu nasıl
bir mantık?”
“Biliyorum,” dedi Naveen. “Ama tek şansımız bu.”
Araya girdim. “Naveen’in söylediği yerde bir süre yaşadım. Korkmana gerek
yok. Hem sonsuza dek orada kalmayacaksın ki.”
“Varoşta takılacağım, öyle mi?” diye mırıldandı Diva. Bunların son çırpı
nışları olduğunu o da biliyordu.
“Sonuna kadar güvenebileceğin biri var mı?” diye sordu Didier. “Hiç dü
şünmeden canını emanet edebileceğin biri?”
Diva suratının ortasına bir yumruk yemiş gibi irkildi. Bu soru belli ki onu
babasının karıştığı yolsuzluklardan ya da kendi hayatına yönelik tehditlerden
daha çok şaşırtmıştı.
“Uzak akrabalarım var,” dedi. “Ama yıllardır görüşmüyoruz. Annem de be
nim gibi tek çocuktu. Amcam da iki yıl önce öldü. Annem öldüğünden beri
sadece babamla ikimiz varız. Hiçbir yere gitmiyorum.”
“Ama o mahallede rahat edemeyeceksin,” dedi Didier. “İnsanlar medeni,
fakat imkânları kısıtlı. Bir daha düşünsen?”
“Burada kalacağım.”
“Size söyledim,” dedi Naveen.
Onları bırakıp etrafı kolaçan etmek için biraz yürüdüm.
Sokağın sonundaki cadde Dünya Ticaret Merkezi’ne ve arkasındaki kenar
mahalleye bakıyordu.
Sakin bir geceydi. Evsizler kaldırımlarda battaniyelerinin altına kıvrılmış-
tı. Sokak köpekleri bu saatlerin tek hâkimi olduklarını kanıtlamak istercesine
bağrışıyordu. Önümden içinde tek tük yolcu olan bir otobüs geçti. Yanlarını
film afişleri süslüyordu.
Kenar mahallenin girişinde sokak lambaları vardı. Burada hayatın ne kadar
zor olduğuna kendi gözlerimle tanık olmuştum. Varoşlar bu şehrin denizana-
larıydı. Kolları kubbelerinin altında toplanan insanları bazen sevgiyle sarmalar,
bazen de fena yakardı.
Diva, Naveen ve Didier’yle ağır adımlarla bana doğru yürüdü. Naveen ko
lunu omzuna attığında ses çıkarmadı.
Belki de Naveen ona sırtındaki çantanın Mahesh’teki süitinden topladığı
eşyalarla dolu olduğunu söylemişti. Belki de Diva tüm sevdiklerinden uzakla
şırken nihayet bizim dedektife yaklaşıyordu.
Sokak lambasının altında durduğunda ne kadar korktuğunu gördüm.
“Her şey yoluna girecek, evlat,” dedim. “Hem komşuların harika insanlar.
Yakında kaynaşırsınız.”
“Sen taşındığından beri mahalle bir hayli kalkınmış,” dedi. Aklı sıra laf
sokuyordu ama buna bile mecalinin kalmadığını görebiliyordum. “Söyle baka
lım, bana verebileceğin bir tüyo var mı?”
“Direnmezsen çabuk alışırsın,” dedim.
“Terapistim de böyle söylemişti. Cinsel tacizden dava açtım.”
“Burada tacize uğramazsın. Ancak sevgiye boğulursun. Ama buna da alış
mak biraz zaman alıyor.”
“Ellerinden geleni artlarına koymasınlar,” dedi cesur sosyetik. “Bu gece sev
giye açığım.”
M
ahalleye inen patika tozlu ve çakıl taşlıydı. Sağdaki, tel örgülerin arka
sında Dünya Ticaret Merkezi vardı. Soldaki geniş tarlada, kadınlarla çocuklar
tarafından tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için kullanılıyordu.
Karanlıkta bir çalılığın arasına çömelen bir kadının yalnızca kafası görünü
yordu. Birkaç çocuk da patikanın kıyısına çömelmişti. Yanlarından geçerken
Diva’ya gülümsediler. “Merhaba? Senin adın ne?”
Patika denize doğru meylettiğinde mahalleyi gördük. Kıyının, zenginlerin
yüksek kulelerine kadarki kısmına örtülen yırtık pırtık bir masa örtüsünü an
dırıyordu.
“Ha siktir,” diye mırıldandı Diva.
Geceleri gecekondu mahallesi daha da bir ürkünç görünürdü. Burada elekt
rik ve su yoktu. Sokaklarda her gece sıçan sürüleri dolanırdı. Gaz lambalarından
yayılan gazyağı kokusu, hardal yağının ağır aromasına ve tütsü kokularına karışı
yordu. Denizden esen tuzlu rüzgâr ve birkaç temiz ev hanımının gayretiyle hava
ya sinen sabun kokusu mahallenin tamamını ele geçiren ağır kokuyu biraz olsun
dağıtıyordu. Bir de ter kokusu vardı tabii. Atların, keçilerin, köpeklerin, kedile
rin, maymunların ve yılanların kokusu. El fenerlerimizin aydınlattığı patikada
Johnny Cigar’ın evine doğru yürürken Diva’nın nefesini tutmaya çalıştığını fark
ettim. Gözleri hayretle irileşmişti. Yine de azimle çenesini sıkıyordu. Naveen’in
koluna girmesine rağmen yüksek topuklu pabuçlarıyla sık sık tökezliyordu.
Johnny Cigar en özenli kılığıyla bizi bekliyordu.
“Hoş geldin, Aanu,” dedi avuçlarını birbirine bastırıp Diva’yı selamlaya
rak. “Benim adım, Johnny Cigar. Sana Aanu dememi dert etmezsin umarım.
Herkese senin Londra’dan gelen kuzenim Aanu olduğunu söyledim.”
“Sorun değil,” dedi Diva.
“Buraya hemen ayak uyduramazsın diye de kafadan biraz kontak olduğunu
söyledim. O zaman sinirini de hoşgörürler.”
“Sinirim mi?”
“Shantaram biraz atarlı olduğunu söyledi.”
“Bravo, Shantaram,” dedi Diva bana ters bir bakış fırlatarak.
“Bir de peşinde birileri var dedim. Onlardan bir şey çaldın ve seni arıyorlar,
tamam mı? Millet ancak böyle çenesini kapalı tutar.”
«T*
»>
lamam.
“Meclistekiler hariç bütün hırsızlar için en güvenli yer burasıdır.”
Diva gülümsedi. “İçim rahatladı.”
“Burada kimler saklandı duysan şaşarsın. Bir ara meşhur bir kriketçi vardı.
Adını unuttum. Bana derdi ki...”
“Kapa çeneni, Johnny.”
Johnny’nin karısı Sita evden çıkıp yanımıza geldi. Altın rengi ve kırmızı
sarisi onu olduğundan daha da zayıf göstermişti.
Johnny somurttu. “Ne anlattığımı bile duymadın. Hemen kapa çeneni,
Johnny!”
“Sen yine de kapa çeneni. Zavallı kızı rahat bırak.”
İki kadın daha geldi ve Diva’yı birkaç adım ötedeki kulübeye götürdüler.
Naveen’le Didier de peşlerinden gitti. Johnny ye döndüm. “Gelmiyor musun?”
“Sita’mn siniri geçsin de sonra gelirim.”
“Hayrola? Cennette sorun mu çıktı?”
Elini gür saçlarının arasına daldırdı. “Hiç sorma. Delirtecek beni.”
“Diva’ya birkaç sigara saracağım. Battaniyeden çok onlara ihtiyacı olacak.
Gel, içerde oturalım. Ben işimi yapayım, sen konuş.”
Johnny hiç susmadı. Yarım saatin sonunda karınız olmayan bir kadınla il
gili öğrenmemeniz gereken her şeyi öğrenmiştim. Bir keresinde Sita’dan yana
olayım dedim ama Johnny o kadar sızlandı ki vazgeçtim.”
Sonrasında yine hep Johnny konuştu. Durmadan Sita’yı kötüledi. Sonunda
fikrimi açıkladım.
“Sorununuzun temelinde korunmanız yatıyor,” dedi Diva’nın gecekondu
mahallesine alışma süreci için bir esrarlı sigara daha sararken.
“Efendim?”
“Sita bir çocuk daha istiyor, sen istemiyorsun.”
“Ama korunmuyoruz ki,” dedi huzursuzca kıpırdanarak. “Altı aydır yatmadık.”
“Tamam. Öfkesinin nedeni belli oldu.”
“Sita seksin çocuk için yapıldığını düşünüyor. Bence de öyle. Ama bazen
de sevişmek için yapılır. Sita hiçbir korunma yöntemini kabul etmiyor. Ona
prezervatif kullanalım dediğimde beni sapıklıkla suçladı.”
“Biraz ağır olmuş.”
“Ne yapacağım ben? Sita ne kadar güzel, görmüyor musun?”
Sita’ya iyi yürekli ve fedakâr tanrıçanın adını vermişlerdi. Çoğunlukla da
adına uygun davranıyordu. Ama sinirli bir tabiatı vardı ve fazlasıyla sivri dilliy
di. Bir süre sessizce düşündük.
“Kadınlar gibi yap ve konuş onunla,” dedim.
“Tehlikeli olmaz mı?”
“Ya da erkekler gibi yap.”
“Nasıl?” diye sordu gözlerini kısarak.
“Aldırma ve senden evvel pes edeceğini umut et.”
“Erkeklerin yöntemini uygulayacağım. Daha güvenli.”
“O kadar emin olma,” dedim sardığım sigaraları toparlayarak. “Kadınlar
her nasılsa aklından geçenleri mutlaka okur. Enin sonunda, onların yöntemine
başvurmak zorunda kalabilirsin.”
“Kadınlar erkekleri işte böyle ele geçiriyor.”
“Nasıl?”
“Erkekleri kadın yapıyorlar. Bizi kendileriyle uzun konuşmalar yapmaya
zorluyorlar. Ne korkunç değil mi? Erkekler böyle şeylerden çok korkar. Onun
yerine, kavga etmeyi tercih ederler.”
“Bence şu anda cidden korkan biri varsa, o da Diva. Gel, bir bakalım.”
Diva’yı etrafını saran bir grup küçük kızla birlikte bulduk. Giysilerinden
çantadaki eşyalara kadar her şeyi kurcalıyorlardı.
Johnny’yle Sita toprak zemine mavi bir muşamba serip üzerine battaniyeler
atmıştı. Bir köşede kil bir sürahi ve üzerine kapalı bir bardak duruyordu.
Divanın o günkü su hakkı o kadardı. İçmek, yemek pişirmek ve bulaşık
yıkamak için. Başka bir köşede bir gaz ocağı duruyordu. Uzun bacaklı metal
dolapta iki tava, birkaç konserve, bir kutu süt vardı. Uç ralli başka bir metal
dolap da giysileri içindi.
İçeriyi bir gaz lambası aydınlatıyordu. Çatıyı tutan bambu direklere asılı
yapma çiçekler dışında kulübede başka hiçbir eşya yoktu.
Duvarlar hasırla kaplıydı. Deliklerine gazete kâğıtları sıkıştırmışlardı. Çatı
bambu çubuklara geçirilen bir muşambadan ibaretti.
Muşamba çatı o kadar alçaktı ki, eğilmek zorunda kaldım. Günlerce buna
benzer bir kulübede kalmıştım. Sıcak bir günde bu ufacık oda nefes alınama
yacak kadar nemli ve havasız olurdu.
Sosyetik Diva’ya baktım. Paçavralardan dikilen bir örtüye kurulmuş, kü
çük, fakir kızlarla konuşuyordu.
Ona söylediklerim yalan değildi. Bir süre sonra buraya alışılıyordu gerçek
ten de. Ama önce bu kalabalığa, gürültüye, susuzluğa, etrafta cirit atan sıçan
lara, açlığa ve tükenen umutlara bir dakika daha katlanamayacak bir noktaya
gelmen gerekiyordu.
Diva ya iyi günlerin ancak en kötüsünden sonra başladığını söyleyememiş
tim. Hem Diva’nın en kötü günü ne zaman gelecekti o da belli değildi. Belki
de dibe vurmasına yalnızca yirmi dört saat vardı.
“Sana nevale getirdim,” dedim esrarlı sigaraları eline tutuşturarak. Çeyrek
şişe de rom verdim.
“Kıyak adamsın,” dedi gülümseyerek. “Otursana, Shantaram. Kızlar da tam
burada kimin kıçını yalarsan işlerini gördüreceğini anlatıyordu.”
“Siz keyfinize bakın,” dedim. “Ben biraz Naveen ve Didier’yle takılacağım.
Başka bir isteğin var mı?”
“Hayır, dostum. Ama babamı da buraya getirseniz süper olurdu.”
“O zaman buraya gelmemizin bir amacı kalmazdı. Baban sorunlarını halle
dince Naveen seni ona götürür.”
“Umarım dediğin gibi olur. Şu kızları ilk gördüğümde diyet listelerini bi
zimkilere milyonlara satabileceklerini düşündüm. Ama sonra aç olduklarını
fark ettim. Burada neler oluyor?”
“Şehrin diğer yüzüne hoş geldin.”
“Burada bir hafta bile kalsam yeter. Derhâl duruma el koyuyorum.”
Kızlardan biri söylediklerini Hintçe’ye çevirdiğinde bir alkış koptu. Diva
zaferle gülümsedi.
“Gördün mü? Devrim başladı bile.”
Gözlerinde hâlâ o yaramaz isyan ateşi vardı ama yüzü yüreğine çöreklenen
korkuyu saklayamıyordu.
Diva zeki bir kızdı. Didier, Naveen ve benim, sokaklarda başına kokunç
bir şey geleceğine inanmasak onu bir hafta gecekondu mahallesinde yaşamaya
zorlamayacağımızı biliyordu.
Daha şimdiden bildiği tek evin, babasının malikânesinin lüksünü özlediği
ni tahmin edebiliyordum. Naveen evin daima kalabalık olduğunu söylemişti.
İçki su gibi akıyor, lüks yiyecek maddeleri tüketiliyor, müzik ve eğlence gırla
gidiyordu. Belki de Diva, babasının onu Naveen’e emanet ederek başından
attığını bile düşünüyordu. Kızlarla konuşurken yüzüne yapışan gergin gülüm
semeye baktım. Babası için korkuyordu. O kadarı açık ve netti. Muhtemelen
kendisinden çok onu düşünüyordu. Bambaşka bir dünyada yapayalnızdı.
Doğup büyüdüğü şehirde bir yabancı olmuştu.
Yan kulübeye geçip eski, mavi halıya oturdum. Didier’yle Naveen poker
oynuyordu.
“Bir el oynar mısın?” diye sordu Didier.
“Sağ ol, istemem. Bu gece aklım dağınık. Senin karşına oturmam.”
“Keyfin bilir. O hâlde dersime devam ediyorum. Naveen’e onurunla hile
nasıl yapılır onu gösteriyorum.”
“Hilenin onurlusu nasıl oluyor?”
“Kavram karmaşası yaratma, Shantaram. Ben onurlu hile demedim, onu
runla hile yapmak dedim.”
“Hile yapanları fark etmek de önemli,” diye ekledi Naveen. “Tam yüz dört
tane hile yöntemi olduğunu biliyor muydun? Destedeki her bir kâğıt başına iki
hile düşüyor. İnanılmaz! Didier bu alanda üniversitede ders verebilir.”
“Kâğıt oyunlarında hile yapman için bir sihirbaz olman gerek,” dedi Didier.
“Sihirbazlığın yarısı da kâğıt oyunlarında hile yapmak zaten.”
Yanlarına oturup Didier’nin acil durum şişelerinden birini kafaya diktim.
Diva kadar olmasa da, benim için de zor bir geceydi.
Kenar mahallenin bütün ses, koku ve dokuları üzerime kapanıyordu sanki.
Geçmişi hatırlamamak elimde değildi. Yine insanlığın rahmine dönmüştüm.
Yakınlardan bir öksürük geldi. Bir adam uykusunda bağırdı. Bir çocuk uyandı.
Bir koca, karısıyla Marathi’deki borçlarıyla ilgili fısıldaşıyordu. Etrafımızdaki
bütün evlerde yanan tütsülerin kokusunu alıyordum.
Kalbim diğer yirmi beş bin insanınkiyle birlikte atıyordu. Aynı ışık dalga
larında parlayıp sönmeyi öğrenene kadar sağa sola çarpan pervanelerdik hepi
miz. Yine de ruhum onlarla bağ kuramıyordu. Hayatımda ya da yüreğimde bir
şeyler değişmişti. Yıllar evvel, varoş denen bu şuura büyük bir istekle yerleşen
benim bir parçam eksikti artık.
Hapisten kaçtığımda, bir yuva arayışındaydım. Şehirden şehire sürüklenir
ken evimi daha ilk görüşte tanıyacağımı umuyordum. Ama Karla’yla tanıştı
ğımda bir yuva yerine aşkı bulmuştum. O zamanlar, insanın birini ararken
daima ötekini bulduğunu bilmezdim.
Didier’yle Naveen e iyi geceler dileyip kalktım. Diva yeni Diva kızlarının
kollarında çoktan uykuya dalmıştı. Ara sokaklarda yürürken nedense buraya
geldiğimden daha hüzünlüydüm. Küçük bir sokak köpeği peşime takıldı. İlgimi
çekmek için ayaklarıma dolanıyor, türlü numaralar yapıyordu. Mahalleden
çıktığımda, bir grup arkadaşıyla uluyarak uzaklaştı.
Amritsar’a gidip biraz yazmak istiyordum. Boş yolda Farzad’ın babası ve
hazine avcısı üç ailenin gayriresmi lideri Arshan ı gördüm.
DAĞ GÖLGESİ • 471
Bu kez hazine aramıyordu. Gözlerini sokağın karşısındaki Colaba Polis
Merkezi’ne dikmişti. Motoru çevirip önünde durdum.
“Merhaba, Arshan. Nasılsın?”
“Ah, merhaba,” dedi dalgın bir yüzle.
“Geç oldu. Bu mahalle güvenli değil. Yirmi metre ileride, bir banka, bir
karakol ve pahalı bir kıyafet mağazası var.”
Gözlerini karakoldan ayırmadan gülümsedi.
“Birini bekliyorum,” dedi yine dalgınca.
“Boşuna bekliyor olmayasın? Gel, seni eve bırakayım.”
“Sağ ol, Lin. Ben iyiyim. Seni işinden alıkoymayayım.”
Benimle rüyada gibi konuşuyordu. Ellerinin titrediğini fark ettim. Dikkatle
yüzüne baktım. Dudakları da seğiriyordu.
“Arshan, hadi dostum. İyi görünmüyorsun.”
Usulca silkindi. Başını sağa sola salladı. Gözlerini kırpıştırdı ve arkama bindi.
Yolda tek kelime etmedi. Evin önünde durduğumuzda birkaç teşekkür söz
cüğü mırıldandı o kadar.
Farzad kapıyı açtığında endişeyle babasına baktı.
“Baba? İyi misin?”
Arshan elini oğlunun omzuna koydu. “Merak etme, oğlum. İyiyim.”
“Buyurmaz mısın, Lin?” diye sordu Farzad.
Bu cesurca bir teklifti, zira Farzad hâlâ Şirket için çalışıyordu ve Sanjay beni
evine davet etmesini asla hoş karşılamazdı.
“Bugünlük kalsın. Sonra görüşürüz,” dedim.
Amritsar’daki odama girdiğim gibi soyunup duşa girdim. Suyun altında
Diva’yı düşündüm. Babasının malikânesinde kokulu yağlarla yıkanan kızcağız
şimdi bir leğen suya mahkûmdu. Üstelik diğer kızlar gibi, tamamen giyinik
olarak yıkanmak zorunda kalacaktı.
Do'stlaringiz bilan baham: |