“Bunu biliyorsun aslında. Sanjay Şirketi’nin Pakistan’dan getirdiği silahları
ve bomba imalatçılarını Bombay sokaklarına salmasını engellemek istiyorum.”
“Biraz abartmıyor musun?” diyecek oldum, masasından kalkıp yumrukla
rım beline dayadı.
“İnkâr mı edeceksin?” diye bağırdı. “Parayı Araplar veriyor ve Pakistan’da
bir ordu yetişiyor. Şimdiden dünyaya yayıldılar bile. Afganistan’ı almak üzere
ler. Bu İslam ordusunun ele geçirdiği tek ülke o olmayacak. Bunu göremiyor-
san aptalsın demektir.”
“Karını rahatsız ediyorsun. Seninle politika tartışacak değilim. Ben yalnızca
İrlandalı’yı istiyorum.”
“Boş ver karımı. İrlandalı’nın da canı cehenneme. Sen bana bunlar hakkın
da ne düşünüyorsun onu söyle. İkiniz de uzun zamandır buradasınız. Bu ülkeyi
sevmemeniz mümkün değil. Mutlaka bir taraf seçmişsinizdir.”
Didier’ye baktım. Omzunu silkti.
“Gerçek savaş Sünnilerle Şiiler arasında,” dedim. “Müslümanlar
her bir
gayrimüslim için yüz ya da daha fazla Müslüman öldürüyor. Ama bizim bu
savaşla bir ilgimiz yok ve karışmamalıyız da. Ve onlar kendi aralarında sava
şırken kesinlikle ülkelerini bombalamamak ve işgal etmemeliyiz. Ya da başka
herhangi bir zaman.”
“Yanılıyorsun,” dedi ciddiyetle. “Biz Hintliler zaten bu kavganın içindeyiz.
Çünkü ortada bir Keşmir gerçeği var. Bizi onun için durmadan vuruyorlar.
Keşmir’in bağımsız bir Müslüman eyaleti olmasını istiyorlar. Keşmir konusun
da ne taraftasın?”
“Bence Keşmir savaşının kazananı olmayacak. Keşmir’de bütün bu kavgalar
son bulana kadar Birleşmiş Milletler askerleri dolaşmak ve halkı korumalılar.”
“Senin ülkenin bir eyaleti söz konusu olsaydı, yine aynısını söyler miydin?”
“Bir haklılık payı var,” dedi Didier purosunu sallayarak.
Bir ona, bir Vishnu’ya baktım.
“Benim bir ülkem yok. Bir kız arkadaşım vardı, artık o da yok. Onu ki
min öldürdüğünü bulmak istiyorum. Bana yardım edecek misin, etmeyecek
mısın:
Gülerken gözleri duvardaki saate kaydı. O zaman jeton düştü. Gereksiz
tartışmalarla beni mahsus oyalıyordu.
Birden arkamızdaki kapı açıldı ve Şimşek Dilip adamlarıyla birlikte içeri
daldı.
Polislerden ikisi beni, ikisi Didier’yi yakaladı.
Dilip gelip karşımda durdu. Göbeği gömleğinden fışkırmıştı.
“Ben de seni arıyordum, Shantaram,” dedi. “Sana soracaklarım var.”
402 ■
Gregory David Roberts
Vishnu’ya baktım. Sırıtıyordu. Dilip bizi kapıya doğru itti.
“Durun!” dedi Vishnu. “Bay Levy bana lazım. Daha sohbetimiz bitmedi.”
“Jarur,
’’dedi Dilip.
Polisler Didier’yi bıraktı. Didier bana baktı. Benden gelecek tek bir işaretle
canını ortaya koymaya hazırdı. Başımı iki yana salladığımda yüzünde buruk bir
gülümseme belirdi. Korkunun şimdiden sardığı yüreğim bu gülümsemeyle ce
saret buldu. Sorun yoktu. İkimiz de daha önce nezarete atılmıştık. Dilip botları
ve copuyla üzerime gelecekti. Tek umudum çabuk yorulmasıydı.
_Lh vden Akreplerin alaycı ıslıkları ve tezahüratları eşliğinde sürüklenerek
çıkarıldım. Danda kapıyı arkamızdan kaparken beni tekmeledi.
Sekiz el ve birkaç bot beni yüzüstü cipin arkasına fırlattı. Jet hızıyla Colaba
Polis Merkezi’ne gittik. Cipten indirilirken yere düştüm. Birkaç kez tekmelen
dim ve taşlık avluda sürüklendim.
Normal sorguların yapıldığı bir dizi odayı geçtik ve anormal sorguların ya
pıldığı barakaya yöneldik.
Bir fırsatını bulup ayağa kalktım ve direnmeye çalıştım. Bundan hiç hoş
lanmamış olacaklardı ki, beni bir temiz pataklayıp geniş ve karanlık hücreler
den birine tıktılar.
Hücrede korku içinde dört adam vardı ve biri bendim. Diğer üçü birbirleri
ne zincirli vaziyette bir köşeye büzülmüştü. Yüzleri kir pas içinde, üstleri başları
yırtık pırtıktı. Bir süredir orada gibi duruyorlardı.
Polisler beni parmaklıklara zincirledi ve dizlerimin üzerine çöktürdü.
Sonra küt. İlk tekme geldi.
Do'stlaringiz bilan baham: