“Lisa’ya ilacı kimin verdiğini öğrenmek zor ama tedarikçisini öğrendik.”
“Nasıl? Kimmiş?”
“Kanıt dolabındaki hapları inceledik. Bütün ipuçları aynı kişiyi işaret edi
yordu.”
“Bir dakika. Polisin elindeki delilleri mi çaldınız?”
“Tabii ki hayır. Rüşvet verip satın aldım.”
“Tamam. Mal kiminmiş?”
Bir an duraksayarak bana baktı. Gözleri yeni bir endişeyle kısılmıştı.
“Söyleyeceğim ama önce söz ver. Onu bensiz öldürmeyeceksin.”
“Kim?”
Derin bir iç çekti. “Concannon.”
Yer kaydı. Düşmemek için duvara tutundum. Başım mı dönüyordu, yok
sa dünyanın dengesi mi bozulmuştu bilmiyordum. Her şey rayından çıkmıştı
sanki.
Etrafıma bakındım. Gece yeniayla aydınlanıyordu. Yıldızlar şehrin ışıkla
rını gölgede bırakıyordu. Arkamızdan sürüler hâlinde arabalar geçiyordu ve
önümüzdeki körfezden de balık sürüleri.
“Tecavüze uğramamış,” dedi Didier.
“Ne?”
“Bu tarz ilaçlarda tecavüzden şüpheleniliyor,” diye mırıldandı. “Ama
polis
raporunda tecavüze dair bir bulguya rastlanmadığı yazıyor. Ben... bunu da
bilmek istersin diye düşündüm.”
Duvarın dibindeki kayalıklara çarpan dalgalara baktım. Onların dişlerine
takılan deniz kabuklarını ve çalı çırpıyı temizliyor, granit omuzlarına usulca
masaj yapıyorlardı.
Dalgalar gülüyordu. Dalgalar ağlıyordu. Yaşanan anın mükemmelliği de
nizde, toprakta ve rüzgârda son buluyordu. Dalgalar, ağlıyor, dalgalar gülüyor
ve bana sesleniyorlardı. Kendimi toplamalıydım. Motorum. Bana o lazımdı.
“Eve gitmeliyim,” dedim.
“Elbette. Ben de geliyorum.”
“Didier...”
“Şefkate neden bu kadar kapalısın, Lin? Senin en kötü özelliklerinden biri
bu bence.”
“Didier...”
“Hayır. Bir dostun uzattığı yardım eli geri çevrilmez. Sevgi bu değilse, ne
öyleyse?”
Sevgi bu değilse, ne öyleyse?
Takside bu cümle kafamın içinde yankılanıp duruyordu. Sonra evin önüne
geldik ve bekçiye Lisa’yı sorduk.
Bekçi ağladı. Bütün bayramlarda ve özel günlerde
onu unutmayan mutlu,
iyi yürekli ve cömert çifte ağladı. Bize.
Sakinleştiğinde, Lisa’nın gece yarısını bir saat geçe döndüğünü anlattı.
Siyah bir limuzinle ve iki adamla birlikte gelmişti.
Adamlardan biri on beş dakika sonra arabaya dönüp gitmişti. Diğer adam
bir saat sonra çıkmıştı. Birkaç dakika sonra Karla gelmiş ve bekçiyi aramıştı.
“Adamları tanıyor muydun?”
“Hayır, efendim.”
“Tipleri nasıldı? Tarif edebilir misin?”
“Biri yabancıydı. İlk giden. Gür bir sesi vardı. Koltuk değnekleriyle yürü
yordu ve ara sıra acıyla homurdanıyordu. Bilmiyorum, belki de bacağı kırıktı.”
“Ya da iki taze kurşun yarası vardı,” dedi Didier.
“Connannon. Öbürünü anlat.”
“Yüzünü görmedim. Benimle hiç göz göze gelmedi. Ağzını
bir mendille
kapatıyordu.”
“Arabası var mıydı?”
“Hayır, efendim. Navy Kulüp’e doğru hızla yürüyerek uzaklaştı.”
“Limuzinin plakasını aldın mı?”
“Evet, efendim.”
Kayıt defterine bakıp söyledi.
“Özür dilerim, efendim. Ne kadar üzgünüm, bilemezsiniz. Belki...”
“Senin görevin kapıyı korumak,” dedim. “Daireleri değil. Lisa seni çok se
verdi. Elinde olsaydı, eminim onu kurtarırdın.”
Ona bahşiş verdim ve polislere karşı gözünü açık tutmasını tembihleyip
merdivenlerden çıktım.
Kapıyı açıp salona girdim. Yatak odasına geçtim. Seviştiğimiz ve kavga etti
ğimiz oda Lisa’ya mezar olmuştu. Burada, tek başına ölmüştü.
Kaplamasındaki denizatı desenlerini sevdiği için satın aldığı yatak, baş tara
fındaki iki yastık dışında boştu. Lisa’nın severek giydiği ve bir hayli de eskittiği
hasır sandaletler karyolanın ayak ucunda duruyordu.
Bir
dakika kadar sonra, Lisanın son nefesini verdiği yere bakmaktan vaz
geçtim. Gözlerimi etrafta dolaştırdım. Oda temiz ve düzenliydi. Ona ait hiçbir
şey kalmamıştı. Benden geriye kalanlara baktım.
Antonioni’nin
Do'stlaringiz bilan baham: