Bununla birlikte gazladı. Ben de havaalanının yolunu tuttum.
Kırk beş dakika sonra, bütün işlemler bitmişti. Ya şanslıydım ya da rehberi
min zamanlaması mükemmeldi. Sadece bir saat bekleyecektim.
Önümden gelip geçen insanları seyredebileceğim bir yere kuruldum.
Yüzlerine bakacaktım. Telaşlı mı yoksa rahat mı göründüklerine. Gülüşmelerini
ya da bağrışmalarını dinleyecektim. Bir bebeğin yürekleri yırtan çığlığını duya
caktım belki. Bekleyecek ve insanların karşımda kendi hikâyelerini yazmalarına
tanıklık edecektim.
Yanıma bir adam oturdu. Uzun boylu ve zayıftı. Gür bir bıyığı vardı ve
saçlarını arkaya yapıştırmıştı. Sarı bir gömlekle beyaz bir pantolon giymişti.
“Merhaba,” dedi yüksek sesle ve fısıldadı. “Arkadaşım gibi davran.
Birlikte
bara gidelim. Buradaki bağlantın benim. Birer içki içersek daha az dikkat çe
keriz.”
Elini uzattı. Tokalaşırken onu kendime çektim.
“Bence yanılıyorsun, Jack,” dedim elini avucumda tutarak.
“Sakin, dostum. Mavi Hijab arayıp seni tarif etti.”
Elini bıraktım ve iki arkadaş gibi doğrulduk.
“Seni elimle koymuş
gibi buldum,” dedi. “Mavi Hijab seni iyi incelemiş.”
Bara doğru yürürken, “Nedense ikna olamadım,” dedim.
Kolunu omzuma attı. “Ciddiyim. Genelde kimseyi anlatamaz.”
“Komünist bağlantı ne iş?”
“Gerçek bir savaşçı arıyorsan düşmanının düşmanlarından birini seçe
ceksin.”
“Ne demek bu?”
“Daha fazla açıklayamam.”
Birkaç dakika daha konuştuk. Gerçek olabilecek birkaç hikâye anlattı. Ben
de gerçek olabileceklerine inanarak dinledim. Tam yeni bir hikâyeye başlıyordu
ki, sözünü kestim.
“Neler oluyor?”
“Efendim?”
“Çıkışta bir bağlantıya ne gerek var? Mavi Hijab deşifre olduğumu söyledi.”
Gözlerini kısarak bana baktı. Sabrımı ölçüyordu galiba.
Sonunda başını çevirdi. “Bir şey diyemem.”
“Bal gibi dersin. Demelisin de. Neler oluyor?”
“Nasıl yani?”
“Bu havaalanında benim için bir tehlike var mı, yok mu? Konuşsana be
adam. Yoksa bütün dişlerini dökeceğim.”
olacağını biliyordum. Onunla konuşmam gerekti. Havaalanındaki
adam bana
doğruca Şirkete gitmemi tembihlemişti, ki bu oldukça sıra dışı bir istekti.
Normalde, Sanjay’la yirmi dört saat sonra buluşurduk.
Takip edilme ihtimalime
karşı arayı soğutmak için. Sanjay bu kuralı ilk kez bozuyordu. Ama görevim de
diğerlerinden farklıydı zaten. Sanjay’a ya da eve gitmeden önce Didier’den son
havadisleri almam ve Lisa’nın nerede kaldığını öğrenmem gerekti.
Didier bana olanları anlattı ama Leopold’de değil.
Birlikte taksiye bindik. Eski dostum sormaya yeltendiğim
her soruda elini
kaldırarak susturdu beni. Hacı Ali’nin türbesine bakan, ıssız bir yerde durduk.
“Lisa öldü,” dedi gözlerini rüzgârlı denize dikerek. “Aşırı dozdan. Hap.”
“Ne? Ne diyorsun?”
“Lisa öldü, Lin.”
“Ne-neden?”
“Rohypnol,” dedi hüzünle.
“Hayır. Olamaz.”
“Üzgünüm.”
“Ama...”
Do'stlaringiz bilan baham: