Gecekondu mahallesindeki randevuma yetişmek için Colaba BaH
Körfezi’ndeki balıkçı barakaları boyunca ilerledim.
Etrafımdaki bütün topraklar denizden alınmıştı.
Yeni beton okyanusunun
yüksek ve modern yapılarına ve ağaçların gölgelediği geniş caddelere baktım.
Pahalı ve oldukça rağbet gören bir bölgedeydim. President Otel, gemilerin
önündeki
heykeller gibi, bu mahallenin en önemli ve ayırt edici sembolüy
dü. Uç ana bulvar boyunca dizilen küçük dükkânlar yeni boyanmıştı. Birçok
pencerede saksı çiçekleri vardı. Yüksek rezidanslarla dükkânlar arasında mekik
dokuyan hizmetliler en güzel sarilerini ve kolalı beyaz gömleklerini giymişti.
Anayol sola doğru meyletti ve Dünya Ticaret Merkezi’nin sağında
manzara
birdenbire değişti. Ağaçlar önce seyrekleşti, sonra arazi hepten kelleşti. Güneşe
karşı duran son kulenin gölgesi de kaybolunca kavurucu bir sıcak dalgası yü
züme çarptı.
Sıcak havada asılı kalmıştı ama güneş toz grisi bir gecekondular okyanusu
nun tepesinde toplanan bulutların ardında gizliydi. Ufka doğru ilerleyen bu
endişe ve mücadele yuvasının alçak çatılarına doğru ilerledim.
Motoru park ettim. Selenin iki yanındaki çantalardan ilaçları aldım. Motora
ve bana şaşkın gözlerle bakan çocuklara birkaç bozuk para attım. Aslında gerek
yoktu. Bu mahallede hırsızlık olmazdı.
Geniş, kumluk ve engebeli bir patikada yürürken, yolun iki yanındaki açık
helaların kokusu ciğerlerimi uyuşturdu. Pis bir bulantı midemi ele geçirdi.
Depoda yediğim dayağın acısını bir kez daha hissettim. Güneş, dayak. İkisi
de berbattı. Hava o kadar sıcaktı ki, boğuluyordum. Sendeleyerek patikanın
kenarına doğru yürüdüm. Bulantım şiddetlenmişti. Ellerimi dizlerime koyarak
eğildim ve içimde ne var ne yoksa yolun kıyısındaki otların üzerine boşalttım.
Gecekondu mahallesinin çocukları beni karşılamak için tam o anı seçti.
Ben öğürürken etrafıma doluşup adımı seslenmeye ve oramı buramı çekiştir
meye başladılar.
“Linbaba! Linbaba! Linbaba!”
Kendimi biraz toplayınca doğruldum ve çocukların beni çekiştirmesine izin
verdim.
Plastik levhalar, eski paspaslar ve bambu çubuklarından yapılan derme
çatma kulübelerin arasındaki dar yollarda yürüdük. Sekiz aylık
kuru mevsimin
ardından kulübelerin tamamı kalın bir toz tabakasıyla kaplanmıştı. Çöldeki
kum tepeciklerini andırıyorlardı.
Aralık kapılardan parlak tencere tava yığınları, kafaları çelenklerle süslü
tanrı resimleri ve toprak zemine serili eski kilimler görünüyordu. Yoksulluğa
inat yaşanan düzgün ve düzenli hayatların basit ve bir o kadar etkili kanıtları.
Çocuklar beni doğruca Johnny Cigar’ın kıyıdan çok da uzak olmayan evine
götürdü.
Johnny bu mahallenin babasıydı. Bu şehrin sokaklarında dünyaya gelmişti.
Deniz kuvvetlerindeki babası Bombay a bir görev için gelmiş
ve Johnny nin
annesinin gebe kaldığını öğrenince kadını bırakıp gitmişti. Şehirden bir savaş
gemisiyle ayrılmış, Aden Limanı’na doğru yola çıkmıştı. Kadın bir daha adam
dan haber alamamıştı.
Ailesinin de dışladığı kadıncağız Crawford Çarşısı’na yakın bir sokakta
plastik bir kulübede kalmaya başlamıştı.
Johnny, Asya’nın en büyük kapalı çarşılarından birinin gün boyu kesilme
yen gürültüsünün içine doğmuştu. İşportacılarla pazarcıların bağrışmalarından
daha sabahın ilk saatlerinden itibaren kulakları çınlamaya başlıyordu.
Johnny bütün hayatını sokaklarda ve kalabalık gecekondu mahallelerinde
geçirmişti. Yalnızca kalabalığın arasında kendini evinde hissediyordu. Onu bir
kaç kere yalnız görmüştüm. Gecekondu mahallesinin yakınındaki kıyıda yü
rürken ya da akşam güneşinde bir çaycının önündeki bir taburede otururken.
Yalnızken sanki ufalırdı, değersizleşirdi. Ama kalabalığın arasında halkının en
nadide cevheriydi.
“Aman yarabbi!” diye bağırdı suratımı görünce. “Ne oldu?”
“Uzun hikâye. Nasılsın Johnny?”
“Tüh be. Sıkı benzetmişler seni.”
Kaşlarımı çattım. Johnny bunun anlamını bilirdi. On sekiz aylık bir kom
şuluğumuz olmuştu. Yıllardır da arkadaştık.
“Tamam, tamam,
Do'stlaringiz bilan baham: