Yedinci Bölüm Necaseti Temizlemenin Batını Adabı Hakkında
Bil ki necasetten temizlenmek daha önce de zikredildiği gibi bencillikten ve nefisten fena olmaktan çıkmaktır. Hatta tümel olarak nefis evinden dışarı çıkmaktır. Kul kendinden kalıntıları olduğu müddetçe, en büyük necaset içindedir. Ondaki abid ve mabud da şeytan ve nefistir. Tarikat ve sülûk ehlinin seyir menzilleri eğer makamlara ulaşmak ve derecelerin husulü ise, bu nefis ve şeytanın tasarrufundan uzak değildir ve sakat bir seyr-u sülûktur ve dolayısıyla nefsin menzillerinde sülûkten ve nefis evinin içini gezmekten ibarettir. Böyle bir yolcu ise, sâlik değildir. Allah’a ve Resulüne muhacir de sayılmaz. Kulun aynısı olan en büyük necasetten temizlenmemiştir. Bu necasetten tümüyle temizlendiği zaman da abid ve mabud Hak Teala olur. “Onun kulağı ve gözü olurum.”3
İşte bu, nafilelerin yakınlığından hasıl olur. Bu açıdan cenabetten temizlikte bütün bedenin yıkanması gerekir. Zira kulun kendisi herhangi bir şekilde baki kaldığı taktirde bu pislik ortadan kalkmamıştır: “Şüphesiz bedendeki her kılın altında cenabet vardır.”4 O halde pislikten temizlenmek hudusten (hadis olmaktan) temizlenmektir ve kadim denizinde fenaya ermektir. Bunun kemali ise ağacın batını olan esma-i kesretten çıkıştır. Bu çıkışla soyun aslı olan Adem’in bulaşıcı hatasından dışarı çıkmaktır.
O halde “hades” (abdestsizlik durumu) manevi pisliklerdendir. Ondan temizlenmek de gaybî ve batini işlerdendir ve nurdur. Lakin abdest sınırlı bir nurdur, gusül ise mutlak bir nurdur. “Hangi abdest gusülden daha temizdir.”1
Ama zahiri necasetten temizlenmenin burada yeri yoktur. Zira o zahiri bir temizlenmektir. Kalbi adabı ise Hakk’ın huzuruna varmayı irade eden sâlik kulun şeytanın pisliğiyle Hakk’ın huzuruna varamayacağını, insanlığın erdemli şehrinin bozulmasının başlangıcı, batınî ve zahiri hataların kaynağı olan ahlaki temel kınanmış işlerden çıkmadıkça hedefine ulaşamayacağını ve maksadına erişemeyeceğini bilmesidir.
Şeytan, mukaddes alemin komşusu ve Allah’a yakınlardan biri sayıldığı halde pis melekelerin vasıtasıyla Allah’a yakınların makamından sürüldü ve “Oradan çık şüphesiz sen kovulmuş birisin”2 sesiyle kovuldu. O halde gayb alemi kervanından geri kalmış, tabiatın derin kuyusuna gömülmüş ve aşağılıkların en aşağılığına itilmiş biz zavallılar; bu şeytani pis melekelere sahip oldukça nasıl mukaddes huzura erişebilir, ruhani varlıklara yakın olur, mukarrep varlıklarla arkadaş olabiliriz. Şeytan bencillik etti ve ateşten yaratıldığını görerek, “Ben ondan daha hayırlıyım”3 dedi. Bu nefsiyle gururlanması; kendisine tapmasına, tekebbüre kapılmasına, Hz. Adem’i (a.s) aşağılamasına sebep oldu ve “Onu topraktan yarattın” dedi. Böylelikle yanlış mukayesede bulundu. Adem’in (a.s) iyiliğini, kemalini ve ruhaniyetini göremedi. Adem’in zahirini, topraktan oluş makamını gördü ve kendisinin ateşten oluş makamına teveccüh etti, kendisinin bencillik, egoistlik şirkinden gaflet etti. Böylece nefis sevgisi noksanlıklarını görmesini perdeledi, ayıplarını müşahede etmesine engel oldu. Bu bencillik ve egoistlik kendisine tapmasına, tekebbüre ve gösterişe kapılmasına riya ve isyana düşmesine neden oldu. Böylece de mukaddes miraçtan tabiatın karanlığına sürüldü.
O halde Allah’a doğru sülûk eden bir kimsenin zahiri pisliklerden temizlenme esnasında şeytani ve batini pisliklerden de temizlenmesi ve Hakk’ın rahmet suyu ve şer’i riyazetle erdemli şehri yıkaması ve Hakk’ın tecelli yeri olan kalbini halis kılması, makam ve şeref sevgisinin ayakkabılarını ayağından çıkarması gerekir. Böylece mukaddes güven vadisine girer, Rabb’in tecellisine kabiliyet elde eder. Zahiri pisliklerden temizlenmediği müddetçe manevi pisliklerden de temizlenemez. Zira zahiri temizlik batını temizlemenin ön koşuludur. Şeriatın da emrettiği dünyevi ve mülki tam bir takva haleti hasıl olmadıkça kalbi takva ortaya çıkmaz. Bu zikredilen şeylerden kalbi takva elde edilmedikçe; hakiki, gizli ve ruhsal takva da hasıl olmaz. Takvanın bütün mertebeleri, bu mertebenin önkoşuludur ve o da Hakk’tan gayrisini terk etmektir.
Sâlik insanın enaniyetinden kalıntılar oldukça Hak, onun batınına tecelli etmez. Evet bazen rahmetin önceliği ve iradi boyutun galebesi vasıtasıyla sâlik, gaybî açıdan yardım görür, bu ilahi yardımla enaniyetten kalan kalıntılar da ortadan kalkar. Belki de Hakk’ın dağa tecellisinin, dağın parçalanmasının ve Hz. Musa’nın kendinden geçmesinin niteliği de bu zikredilenlere işarettir. Meczup olan sâlik ile sâlik olan meczub arasındaki fark da budur. Hakikat ehli bu zikredilenlerden de anladığı kadarıyla ilginç ve önemli bir gerçeği elde etmektedirler. Bu gerçeği bilmemek bir çok sapıklıkların, aldanmaların ve hak yoldan uzak durmanın kaynağı konumundadır. Hakk’ı talep eden bir kimse bu konuda bilgisiz olamaz ve ondan gaflet etmek caiz değildir. O gerçek şudur ki sâlik ve Hakk’ı talep eden bir kimse kendisini bazı gafil zahir ehlinden ve tasavvuf ehli cahillerinin ifrat ve tefritlerinden münezzeh kılmalıdır ki kendisi için Allah’a doğru seyr-u sülûk gerçekleşsin. O taifeden bazısının da inandığı üzere ilim ve zahiri amel şekli bir detaydır ve cahiller ile sıradan kimseler için geçerlidir. Ama sır ve hakikat ehli olan kalp ashabı ve güzel geçmişi bulunan kimselerin bu amellere ihtiyacı yoktur. Zahiri ameller, kalbi hakikatlerin ortaya çıkışı ve hedefe varmak içindir. Sâlik, bu hedefe ulaşınca bu ön koşullarla uğraşması uzak düşmektir ve de örtü kesretleriyle meşguliyettir. İkinci bir grup ise bu grubun karşısında yer almış ve tefrite düşmüşlerdir. Onlar, bütün manevi önkoşulları, ilahi sırları inkar etmiş ve zahir ve suret dışında bütün şeyleri tümüyle reddetmişler ve hayali ve vehmi bir şey kabul etmişlerdir. Bu iki taife arasında bir mücadele ve çekişme ortaya çıkmış, her birisi diğerini şeriata aykırı kabul etmiştir. Oysa hak olan şudur ki her iki grup da sınırlarını aşmış ifrat ve tefrite düşmüşlerdir. Biz Sırr’us Salat kitabında bu konuya işaret ettik. Burada da doğru yol olan itidal yoluna işaret edeceğiz.
Bilmek gerekir ki zahiri ibadetler sadece kamil ruhani melekelerin ve kalbi hakikatlerin ortaya çıkışı için değildir. Aksine onun meyvelerinden biridir. Lakin marifet ehli ve kalb ashabı nezdinde bütün ibadetler, ilahi marifetleri batından zahire ve batından açığa çıkarmak içindir. Nitekim rahmaniyet ve rahimiyyet nimeti de bu kalbi ve zahiri neşetlerin tümüne yayılmış durumdadır. Her bir mertebenin bu ilahi kapsamlı nimetten bir payı vardır. Her birinin Hakk’a hamdetme ve Mutlak Vacib’in rahimi ve rahmani nimetlerine şükretmekten bir nasibi vardır. O zahiri ve dünyevi neşetten nefsin bir payı ve mülki hayattan bir nasibi olduğu müddetçe de, kesret düzeni tümüyle ortadan kalkmaz ve tabiat nasipleri yok olmaz. Allah’a doğru sülûk eden kimse kalbini Hakk’tan başkasıyla meşgul etmemelidir. Göğsünü, hayallerini ve tabiat mülkünü Hakk’tan gayrisinin yolunda harcamamalıdır. Böylece tevhid ve takdisin bütün alemlerde köklü bir izi vardır. Eğer, ruhi cezbe için tabiat aleminde, Hak için tevazu ve ibadetten başka bir netice hasıl olursa, bu nefis enaniyetinden kırıntıların kaldığına ve sâlikin nefis evinde seyrettiğine, Allah’a doğru seyretmediğine delalettir.
Allah ehlinin seyrinin nihayeti, beden mülkünü ve tabiatını da Allah’ın boyasıyla boyamasıdır. Hak Teala’nın dilinden “Ben Allah’ım, ben rahmanım, ben rahimi (akrabalığı) yarattım ve ona ismimden bir isim türettim. Her kim sıla-i rahimde bulunursa ben de ona bağlanırım, her kim de sıla-i rahimi keserse, bende ondan koparım”1 diye buyurulan hadis-i şeriflerin batın ve makamlarından biri, belki de bu ruhların annesi olan asli vatandan bu tabiatın kopmasıdır. Vuslatı ise onun riyazeti ve ubudiyet vatanına dönüşüdür. Ebi Abdillah’tan (a.s) nakledilen bir rivayette şöyle yer almıştır: “Halalarınız olan hurma ağacına iyilikte bulununuz ki o Adem’in tıynetinden yaratılmıştır.” 2 Bu hadis-i şerif zikredilen rahimiyyete işarettir.
Özetle zahir memleketini ubudiyet çizgisinden çıkarmak, marifet ehlinin makamları hakkında cehaletin zirvesidir. Şeytan her grubu bir yolla bu şekilde Hak Teala’dan alıkoymaktadır. Dolayısıyla Allah’ın velilerinin (a.s) göz nuru olan marifet yollarına set çekmek ve makamlarını inkar etmek; ilahi şeriatleri; hayvanlık makamı, nefs mülkü ve dünya lezzeti ile sınırlandırmak; batının temizlenmesine, kalbin imarına ve batının ilerlemesine sebep olan ibadetlerin batınî adap ve sırlarından gaflet etmek, cehalet ve gafletin zirvesidir. Bu her iki grup da saadet ve insanlığın doğru yolundan uzak, marifet ehlinin makamlarından mahrumdur. Allah’ı bilen ve makamları tanıyan bir insan bütün batınî ve zahiri haklarını elde etmeli, her hak sahibini hakkına ve nasibine eriştirmelidir. İnsan kendisini ifrat ve tefritten, aşırılık ve ihmalkarlıktan arındırmalıdır. Bir tür sınırlandırma olan şeriatın suretini inkar pisliğinden temizlemeli ve bir tür kayıt altına almak olan şeriat batınını, inkar pisliğinden -ki her ikisi de şeytanın vesveselerinden ve o lanetli varlığın pisliklerindendir- arındırmalıdır ki Allah’a seyr-u sülûk yolu ve manevi makamlara ulaşma imkanı kolaylaşsın.
O halde necaseti ortadan kaldırma mertebelerinden biri de Allah’a yakınlaşmaya ve müminlerin miracına engel olan bozuk kuruntulardır. Son peygamberliğin kapsamlı makam ve manalarından, hatta son peygamberliğin delillerinden biri de bütün nefsi makamlarda, tüm hak ve paylarını şeriatın bütün işlerinden elde etmektir. Nitekim azameti yüce rububiyet işlerini tanımada Hak Teala kendini kapsamlılık makamıyla yüceliklerin en yücesinde ve düşüklerin en düşüğünde şöyle tanıtmıştır: “O evveldir, ahirdir, zahirdir ve batındır.” 1
Hakeza: “Allah göklerin ve yerin nurudur.” 2
Hakeza: “Eğer bir iple yerlerin en altına inecek olursanız, şüphesiz Allah’a inmiş olursunuz.” 3
Hakeza: “Her nereye yönelirseniz, orası Allah’ın vechidir.” 4
İlahi marifetleri bilen ve rahmani cezbelere kapılan kimseler için bu ve benzeri öğretilerden melekuti mutluluk ve lahuti vecd hasıl olur. Aynı şekilde kalbi ve ameli tevhidi, tabiat ufkunun ve beden mülkünün son mertebesine kadar sirayet ettirmiş ve hiçbir varlığı Allah’ı tanıma nasibinden mahrum kılmamıştır.
Özetle, tasavvuf ehli, farkında olmadan İsevi hikmetten ve zahir ehli de Musevi hikmetten dem vurmaktadır. Muhammediler ise her ikisinden de kayıtlı olarak beridirler. Bu özetin detayları ise bu makamın görevi dışındadır ve bu sayfalara uygun değildir.
Misbah’uş-Şeria’da yer aldığına göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müsterah’ın (tuvaletin) “müsterah” (tuvalet) olarak adlandırılmasının sebebi, nefislerin necaset ağırlığından rahata ermesi ve de içlerindeki pislik ve necasetten arınmasıdır. Mümin, dünyanın en halis metasının bile sonunda, o şekle dönüşmesinden ibret alır. Dolayısıyla dünyadan yüz çevirerek ve dünyayı terkederek rahatlığa erişir, nefsini ve kalbini dünyayla meşgul olmaktan uzak tutar. Necaset, dışkı ve pislikten nefret ettiği gibi dünya malını toplamaktan da nefret eder. Nefsinin bazen aziz ve bazen de zelil olduğu hakkında düşünür, kanaat ve takvaya sarılmanın kendisine her iki dünyada da rahatlık sağlayacağını bilir. Hakeza rahatlığın dünyayı hafife almada, dünya metasından uzak durmada, haram ve şüpheli necasetten arınmada olduğunu bilir. Dolayısıyla nefsini tanıdıktan sonra, tekebbür kapısını yüzüne kapatır, günahlardan kaçar, yüzüne tevazu, pişmanlık ve haya kapısını açar; Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmakta Allah’a yakınlığın lezzetini ve güzel akıbeti talep eder, nefsini korku, sabır ve şehvetlerden sakınma zindanına hapseder ki karar yurdunda Allah’ın güvenliği altına girsin ve Allah’ın rızayetini tatsın. Şüphesiz güvenilmeye layık olan da budur ve ondan başka bir şeyin değeri yoktur.” 1
Bu yüce söz, sülûk ve marifet ehli için kapsamlı emirler içermektedir. Ahiret yurduna doğru sülûk eden uyanık bir insan, bütün haletlerinde ruhani nasiplerini elde etmesi gerektiğini ve de hiçbir halinde Allah’a dönüşünden gaflet etmemesi gerektiğini bilir. Bu yüzden de filozoflar şöyle demişlerdir: “Tabib bedenin hizmetçisi olduğu gibi peygamber de ilahi kazanın hizmetçisidir.” Büyük peygamberler ve yüce velilerin (a.s) ilahi kaza ve boyut dışında bir şeye teveccühü yoktur. Onların kalbine ilahi kaza melekutu hükmetmektedir. Onlar bütün işlerin ilahi ordular olan Melaiketullah’ın eliyle yürütüldüğünü bilmekte ve görmektedirler. Doğal bir tabib bu merhaleden uzak ve bu vadiden mahrum olduğu için de bütün doğal işlerin cereyanını doğal güçlere isnat etmektedir.
Özetle sâlik insan bütün hallerinde ve işlerinde sülûki nasiplerini elde etmelidir. Dolayısıyla mülk aleminin lezzetlerinin yok olduğunu, değiştiğini ve işlerin sonunun bozulduğunu görünce de kalp rahatlığıyla onlardan yüz çevirir, onlarla meşgul olmaktan ve onları toplamaktan kalbini arındırır, necasetten tiksindiği gibi dünyadan da tiksinir. Zira tabiat aleminin batını necasettir. Mükaşefe bablarından biri olan, uykuda necaset görmenin tabiri de dünya ve dünya metasıdır. Aleviyye (a.s) mükaşefede de dünya, bir leş ve murdardır.2
O halde mümin tabiat pisliklerinden arındığı ve de tabiat şehrini pisliklerin eziyetinden rahatlığa erdirdiği gibi, kalbini de dünya ile meşgul olmaktan rahatlığa erdirir, dünya ve makam sevgisi yükünü kalbinden kaldırır, ruhani erdem şehrini dünya pisliğinden arındırır. Dünya ile meşgul olmakta bu değerli nefsini birkaç saat içinde nasıl da hor ve zelil kıldığını, en kötü hallere muhtaç kıldığını düşünür. Bu alemle kalben meşgul olmanın mülk perdesi ve tabiat ölçüsü kalktıktan sonra da, insanı nasıl hor ve zelil kıldığını, hesap ve cezaya maruz bıraktığını anlar. Böylece takva ve kanaate sarılmanın iki alemde de rahatlığa sebep olacağını, dünya ve rahatlığın sadece dünyayı hor görmede ve lezzetlerinden uzak durmada olduğunu derkeder. Kendisini zahiri necasetlerden arındırdığı gibi haram ve şüpheler necasetinden de arındırır. Kendisini tanıyıp ihtiyaç zilletini hissedince de kibir kapısını kapatır, günahtan kaçınır, yüzüne tevazu, pişmanlık ve haya kapısını açar, Hak Teala’ya itaat etmeye çalışır, isyanından sakınır ki Hak Teala’ya güzel bir şekilde dönebilsin, nefsin sefa ve temizliği içinde kutsal makama yakınlık elde edebilsin. Nefsini, böylece korku, sabır ve nefsani isteklerden sakınma zindanına hapseder, ilahi azap zindanından emanda olur, Hak Teala’nın mukaddes zatına sığınarak karar/istikrar yurduna katılır ve bu hal üzere Hak Teala’nın rızayetini tadar. İşte bu sülûk ehlinin arzularının nihayetidir ve ondan başkasının hiçbir değeri yoktur.
Do'stlaringiz bilan baham: |