Derin ekoloji hareketi 1960’ların başında bilhassa Rachel Carson gibi isimlerle
başlamıştır. Ardından derin ekoloji terimi Norveçli filozof Arne Naess tarafından 1973
atılmıştır. Naess, derin kavramını tanımlamaya çalışırken daha manevi bir tarafa yönelmiş
ve Rachel Carson ve Aldo Leopold’un toprak etiği kavramından yararlanmayı tercih
Toprak etiği kavramı, topluluğun sınırlarını karaları, suları, bitki ve hayvanları, yani
tüm toprağı kucaklayacak şekilde genişletir. Nitekim Leopold, toprak etiğini şu şekilde
tanımlamış ve derin ekoloji kavramının temelini oluşturacak bütünlükçü anlayışına önemli
bir kapı aralamıştır. Onun için her şeyde olduğu gibi toprak hususunda da bir etik anlayışa
192
Uluslararası Yaylacılık ve Yayla Kültürü Sempozyumu, 26 - 28 Eylül 2019 - Giresun
International Symposium on Transhumance and Upland Settlement Culture, 26
th
- 28
th
of September 2019 – Giresun
bir mülk olarak görülmektedir. Toprakla olan ilişki hala tümüyle ekonomiktir ve
bu ilişki insana yükümlülükler getiren değil ayrıcalıklar sağlayan bir ilişkidir.”
(Leopold, 2013, s. 212).
Leopold, toprak etiğinin var olmadığından yakınarak böyle bir etiğin gerekliliğini
ortaya koymuştur. Ona göre medeniyetler ancak bu şekilde ayakta kalabilir ve insanlık
yalnızca bu etiğe uyarak soyunu devam ettirebilir. Çünkü insan, yaşadığı toprağın sahibi
değil, yalnızca sade bir üyesidir. (Leopold, 2013, s. 214). Bu anlayış derin ekoloji anlayışını
temelden etkilediği gibi doğa yazınını da şekillendirmiştir. Nitekim Özdağ’a göre toprak
etiğinde şu dört prensip öne çıkmaktadır:
“Birincisi toprak, yani ekosistem, birbirine bağlı unsurlardan oluşmuş bir
sistemdir; toprağa ekonomik fayda sağlayan bir ürün olarak değil bir topluluk
olarak bakmak gerekir. İkincisi, Homo sapiens toprak topluluğunun fatihi değil
sade bir üyesidir; eğer biyotik topluluğa zarar verecek bir eylemde bulunacak
olursa, etik dışı davrandığı için suçlu sayılmalıdır. Üçüncüsü, esas olan
biyotanın bütünlüğüdür; insanoğlu kendisinin ve diğer canlıların doğadaki
konumunu ve değerini ancak bütünü göz önünde bulundurursa anlayabilir.
Sonuncusu, insan olarak görevimiz toprağa karşı ahlaki yükümlülük duyabilmek
ve toprağı korumaktır.” (Özdağ, 2005, s. 48).
Özdağ’ın saptamalarından hareketle de görülüyor ki ekosistem birbirine bağlı
unsurlardan müteşekkildir ve bu unsurların birbiriyle ilişkisi sayesinde dünya yaşamaya
devam edecektir. Bu noktada insanın rolü şüphesiz çok önemlidir. Çünkü insan, endüstri
devrimiyle beraber kendisini toprağın sahibi olarak görmüş ve toprağı, toprağın üzerindeki
canlıları dilediği şekilde ve kendi çıkarı uğrunda kullanmış ve onların yaşam haklarını
ellerinden almıştır. Ancak günümüzde endüstri çağından ekoloji çağına bir geçiş başlamıştır.
Bu geçişle beraber insanın rolü değişmiştir. Artık insan doğayı fethetmek, ona egemen
olmak yerine, doğanın bir parçası olarak yaşayacaktır. (Metzner, 1994, s. 33). Nitekim
Leopold da bu duruma vurgu yapmış ve insanlığın bir toprak etiğine sahip olması gerektiğini
vurgulamıştı.
Leopold, hatta öncesinde Henry David Thoreau ve John Muir’in de katkılarıyla
toprak etiği kavramı 1949 yılından sonra gelişmeye devam etmiştir ki yukarıda da üzerinde
durulduğu gibi derin ekolojinin köklerini bu noktada aramakta yarar vardır. Çünkü derin
ekoloji ve doğal olarak derin ekolojistler birey ile doğa arasındaki ayrıma karşı çıkmışlar ve
bu noktada Naess sığ ekoloji ve derin ekoloji kavramlarını tanımlamış ve bu iki anlayış
arasındaki farkları ortaya koymaya çalışmıştır. Ona göre sığ ekoloji, gelişmiş ülkelerdeki
insanların sağlık ve gönencini korumaya çalışan insan-merkezli bir yaklaşımdır. Derin
ekoloji ise, çevre imgesindeki insan görüşünü reddeder ve sığ ekolojiye göre çok daha
bütüncül ve insan-merkezli bir yaklaşımı benimser. (Desjardins, 2006, s. 401). Capra da
Naess’in tanımlamasına yakın bir tanımlama yapar ve derin ekolojinin tüm canlıların içsel
değerlerini tanıdığını ve insanları yaşam ağının bir parçası olarak gördüğünü söyler. (Dindar,
2012, s. 62). Bu yaklaşımı benimseyen derin ekolojistler insanların çevrenin bir parçası