OTUZ ALTINCI BÖLÜM
î^anjit’in gazete binasındaki odasına ulaşmak, hapisten kaçmaktan zor oldu.
Uç kere güvenlik kontrolünden geçtim. Hepsi de ziyaretçi kartıma baktı ama
üzerimi aramayı akıl edemediler. Nihayet özel sekreterinin karşısına dikildim.
“Adım, Shantaram,” dedim dördüncü kere. “Özel bir konu. Size açıkla-
yamam.”
Kız, Ranjit’in odasını aradı, söylediklerimi tekrarladı ve yerinden kalkıp
kapıyı açtı.
Ranjit deri koltuğunda doğrulup masasının üzerinden elini uzattı. Sekreter
çıkarken kapıyı arkasından kapadı.
“Otur,” dedim.
“Konu ne...”
“Güvenlik şirketinle anlaşmanı feshet.”
“Neden?”
“İsteyen, bir tabancayla odana girebilirmiş. Onun denemesini yaptık da
ondan.”
“Tabancan mı var?”
“Otur, Ranjit.”
Dediğimi yaptı. Ellerini masanın cam yüzeyine koydu.
“Karla nerede?”
“Karla mı? Buraya Karla için mi geldin?”
“Nerede?”
“Neden?”
“Telefonu al.”
“Efendim.”
“Karla’yı ara.”
“Neden kendin aramıyorsun?”
“Telefonlardan hoşlanmam. Ayrıca sen varken bana gerek yok. Anladın mı?”
«
t
.
n
Lın...
“Karla.”
“Ama...”
“ Karla’yi ara.”
“Aramasına gerek yok, seslense yeter,” dedi Karla arkamdan.
Büyük ofisin arkasında, bir koltukta oturuyordu. Koltuğun kollarına koy
duğu elleri gölgede kaldığı için görünmüyordu.
Öfkeli ama beni gördüğüne memnun görünüyordu. Bir kavganın ortasına
düşmüştüm anlaşılan.
“Merhaba,” dedim. “Yaramazlık yaptığın için cezaya mı gönderildin?”
“Ranjit’le yeni bir anlaşma yaptık,” dedi bir sigara yakarak. Koltuğun ya
nındaki saksıdan fışkıran dev yaprakların gölgesi yüzüne vuruyordu. “Es kaza
kendimizi aynı odada bulursak, birbirimizden mümkün olduğunca uzak otu
ruyoruz.”
“Buradaki işin bitti mi?” diye sordum yeşil gözlerine bakarak.
Ranjit güldü. Ama ona döndüğümde öyle çabuk ciddileşti ki, bir an sura
tında gülünç bir ifade belirdi.
“Neye gülüyorsun?”
“Ben... Hiççç. Öylesine.”
Biraz korkmuştu galiba. Ne aptaldı. Ona tabancam olduğunu ima etmiş
tim. Aslında yoktu. Hem olsa bile Karla buradaydı. Ranjit yine de sucuk gibi
terliyordu.
“Ne oluyor?” dedim. “Hani hayalet görmüş gibisin derler ya?”
“E-evet.”
“Hah işte. Aynen oradaki hayalet gibisin.”
“Ne hayaleti?”
“Ranjit, sen iyi misin?”
“Silahım var deyince.
Titriyordu.
“Ben isteyen buraya bir tabancayla girebilir dedim. Tabancam var demedim.”
“Ama ben...”
“Bana söylemek istediğin bir şey mi var, Ranjit?”
“Tabii ki hayır,” dedi hemen.
“Lisa’nın ölümüyle ilgili ne biliyorsun?”
“Hiçbir şey. Zavallı kız. Ne trajik bir kaza.”
“Ben gidiyorum, Ranjit,” dedi Karla kalkıp kapıya doğru yürüyerek.
“Akşama bekleme.”
DAĞ GÖLGESİ ■ 375
r
Ona kapıyı tuttum ve odadan çıktık. Ranjit hâlâ aynı pozisyonda oturuyor
du. Ellerini masadan çekse, yere yuvarlanacak gibi bir hâli vardı.
Asansörün kapıları kapandığında, Karla cep şişesinden bir fırt alıp bütün
vezirleriyle bana baktı.
“Ölümüyle bir ilgim olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Ne?”
“Polis benden şüphelendi, işlerini iyi yaptılar doğrusu. Çürüklerim hep gö
rünmeyen yerlerde.”
İçim kor gibi bir öfkeyle doldu.
“Şimşek Dilip mi?”
“Sana sevgilerini yolladı.”
Lobiye indik. Karla beni kapıda durdurdu. Yüzlerimiz arasında yalnızca bir
kaç santim vardı.
“Benim bu işle bir ilgim yok,” dedi. “Lisa’yı asla incitmezdim. Başka birine
de izin vermezdim.”
“Biliyorum,” dedim ama kapıdan çıktığı için duymadı.
Güvenliğe koşturup ziyaretçi kartımı masaya fırlattım ve Karla’ya yetiştim.
Motora atlayıp Bandra’ya doğru ilerledik. Karla belime yapışmış, yüzünü
sırtıma gömmüştü.
Yakında gidebileceğimiz bir düzine yer vardı ama motor tepesinde olmak
hoşuma gitmişti. Deniz kenarında durduğumuzda körfezin dalgaları kadar sa
kindim.
Öğle güneşinde, sahilde biraz yürüdük. Sıcaktan eskisi kadar etkilenmi
yordum. Güneşin öpmekten hiç vazgeçmediği bir şehirde yaşayan iki yabancı
olarak onunla uzlaşmayı çoktan öğrenmiştik.
“Lisayla randevum vardı,” dedi.
“Biliyorum. Buluşacakmışsınız.”
“Öyle değil.”
Bir an duraksadım.
“Lisa’yla buluşmayacak miydin?”
“Evet.”
Biraz yürüdükten sonra anladım.
“Randevunuz vardı. Yani... bildiğimiz randevulardan?”
“Sayılır.”
“Sayılır derken?”
“Sayılır işte.”
“O ne demek?”
“Biliyorsun işte. Aramızda hep bir şey vardı.”
“Bir şey?”
“Daha çok onda.”
“O gece seni oraya götüren onunla aranızdaki o şeydi yani?”
“Biraz içip çok eğlenelim ya da çok içip az eğlenelim dedi.”
“Anlamadım.”
“Planı o yaptı.”
“Plan?”
“Ben de gider, bir iki içki içer ve sonrasını akışa bırakırım dedim. Lisa senin
dert etmeyeceğini söyledi.”
“Sahi mi?”
Kaşlarını çattı. “Evet.”
Bir süre sessizce yürüdük. Gölgelerimiz sıcaktan saklanırcasına bize yapışmıştı.
“Ya sen? Şu randevu, senin için ciddi bir şey miydi?”
“Hayır,” dedi gülümseyerek. Sonra başını eğdi. “Lisa flörtü seven bir kızdı.
Elinde değildi. Ben de ona uyuyordum çünkü öyle davranmam hoşuna gidi
yordu.”
“Üzgünüm Karla. Bütün bunları engelleyemediğini için o kadar üzgünüm
ki. Keşke onu sen bulmasaydın.”
“Geçmişin yegâne güzelliği, onu asla değiştiremememiz. O zaman da elin
den bir şey gelmezdi, şimdi de gelmez.”
“Ama onu öyle bulmak... Kim bilir nasıl zordu?”
“Kapı aralıktı,” dedi ayaklarına bakarak. “Lisa yatakta yatıyordu.
Uyuduğunu sandım. Sonra nefes almadığını fark ettim ve hapları gördüm.
Onu sarstım. Kolları, yüzü buz gibiydi. Bekçiye ambulans çağırmasını söyle
dim. Ama zavallım çoktan ölmüştü.”
Onu kollarıma aldım. Hiç itiraz etmeden sokuldu.
“O gece kimlerleydi? Hapı ona kim verdi?”
“Bilmiyorum. Araştırdım ama o çevrede pek tanıdığım kalmadı.”
“Polis seni hırpaladığında, bir şey söylediler mi?”
“Senden şüpheleniyorlar,” dedi. “O herif botuyla sırtıma bastırırken söy
ledi. Haksız da değiller. Ortadan kayboldun ve kız arkadaşın öldü. Yoksa tam
tersi mi?”
“Bir dakika,” dedim geri çekilip gözlerine bakarak. “Lisa’ya bir şey yapabi
leceğimi düşünmüyorsun herhâlde?”
Güldü. Onu Ranjit’in ofisinin uzak bir köşesinde gördüğümden beri ilk
kez gülüyordu.
“Yüzünü güldürebildiğime sevindim,” dedim.
“Onu bulduğumdan beri ilk bu. Bir süredir uyuşmuş gibiyim. Ama içim
içimi yiyor tabii. Ona zarar vermeyeceğini biliyorum, Lin. Aksi hâlde seni asla
sevemezdim.”
Denize doğru döndüğünde rüzgâr, yüzündeki güneşi yıkadı. Esinti deniz
deki kuzucukların hışırtısıyla buluşuyor ve dalgalar o melodiyi kıyıya taşıyordu.
“Karla,” dedim. “Ne oldu sence?”
“Söyledim ya. Bilmiyorum. Sen ne cehennemdeydin?”
Sahi neredeydim?
Çın çın, kesik baş, Mavi Hijab.
“Bir işim vardı. Abdullah’tan haber var mı?”
“Hayır. Ama numaram onda var. Şehre döndüğünce bana mudaka haber verir.”
“Abdullah’ta senin numaran mı var?”
“Tabii.”
“Bende yok.”
“Sen telefon kullanmazsın ki, Shantaram.”
“Olay o değil.”
“Ne peki?”
“Nasıl desem...”
“Ranjit’e dönmeyeceğim,” dedi pat diye.
“Ne? Yani... Senin adına sevindim ama neden?”
“Taj’da oda tuttum.”
“Ciddi misin?”
“Eşyalarım akşam gelecek.”
“Artık Ranjit’le yaşamayacak mısın?”
“Eğer bir hamle yapmayı düşünüyorsan şimdi tam zamanı, Shantaram.”
Senden daha zeki bir kadına âşık olmanın en kötü tarafı, hep daha fazlasını
istemendir, ki bu aynı zamanda, o aşkın en iyi taraflarından biridir.
“Ne?”
“Bir keresinde önce ve sonrayla ilgili ne demiştin hatırlıyor musun?”
“Ben...”
“Soma
yeni başladı, Lin. Bugün başladı. Sen evine gidemiyorsun. Ben git
miyorum. Geriye tek bir soru kalıyor. Benimle misin, değil misin?”
Bana ne söylemeye çalıştığını anlamadığım için kendimi aptal gibi hissedi
yordum ve şimdi geriye dönüp baktığımda hakikaten de öyleymişim diyorum.
Ama o sırada aldığı kararlardan habersizdim. Ya da bunları bana neden söyle
diğinden.
Saniyeler çiçek polenleri gibi etrafa saçıldı. O anlar her şeydi ve hiçbir şey.
“Lisa’yı daha yeni kaybettik,” dedim.
“Lisa bizi...”
Birden sustu, güldü ve bana sekiz kadar mutsuz vezirle baktı.
Tanrı aşkına!” dedi. “Seni benimle gelmeye ikna etmeye çalışıyorum mu
sanıyorsun?”
“Ben...”
“Siktir git,” dedi.
“Siktirip gideyim, öyle mi?”
Ayağa fırladı ve bir taksiye el etti.
“Karla, dur.”
Tek kelime etmeden taksiye bindi ve gitti.
Motora atladım ve gazladım. Az sonra taksiye yetiştim. Arabanın etrafında
turlayarak Karla’yla göz göze gelmeye çalıştım ama bana bir kere bile bakmadı.
Motoru gazladım. Otelin önüne park edip doğruca resepsiyona gittim ve
Karla’ya bir not bıraktım.
Sonra yeniden motora atladım ve trafiğe karıştım. Güvendiğim bütün ka
dın ve erkeklere Concannon’ı sordum. Kumar oynatılan batakhanelere, barlara
ve şehrin uyuşturucu ticaretinin döndüğü belli başlı noktalara baktım. Pek bir
şey öğrenemedim ama sokaktaki sesler Concannon’ın Akrep Şirketi’nin eroin
işlerine baktığını doğruladı.
Akrepler çetesi tarihe karışmıştı. Herkes onlara Akrep Şirketi diyordu. Tam
donanımlı bir mafya şirketiydiler artık.
Sanjay’la konuşmalıydım. Hangi gün olursa olsun, bir görevden döndüğü
mün ertesi günü, saat tam ikide buluşurduk.
Sanjay hiç şüphesiz bu sefer kapısını daha erken çalmamı bekliyordu. Onu
havasında bulmayacağım kesindi. Ama bu önemli değildi, zira yakın dostu
Salmanın ölümünden beri hiçbir zaman havasında değildi zaten.
Motoru KC Kolej’in önündeki bir dizi motorun yanına park ettim.
Otoparkçıya yüz rupi verdim ve tekinsiz tiplere karşı gözünü kulağını açık tut
masını tembihledim.
“Bunlar üniversiteli,” dedi Hintçe. “Hiçbiri tekin değil ki. Sağları solları
belli olmuyor.”
“Ben daha tehlikeli tipleri kastetmiştim,” dedim.
Göz kırptı. “Ah! Anladım.”
Sanjay’ın malikânesine yürüdüm. Kapıyı silahlı bir Afgan muhafız açtı.
Beni tanıyıp içeri aldı.
Sanjay ı evin sonundaki kahvaltı odasında buldum. Odanın yüksek pen
cereleri bahçeye bakıyordu. Sanjay pijamasının üzerine cebinde isminin baş
harfini taşıyan bir arma işli, lacivert robdöşambrını giymişti.
Kahvaltı sofrası en az üç kişilikti. Ama Sanjay yalnızca çay ve sigara içiyordu.
Masada tek bir iskemle vardı ve Sanjay ayağa kalkmaya tenezzül etmedi,
“îyi iş başardın,” dedi beni baştan aşağı süzerek. “Ama sen her işi başarır
sın zaten. Param bir iki güne vereceğiz. Pasaport fabrikasındaki şahsi eşyaların
sokak kapısının yanındaki kırmızı evrak çantasında. Geriye sana veda etmek
kalıyor.”
“Sri Lanka’da bana deşifre olduğumu söylediler. Neden erken döndüm, bil
mek istiyorum.”
Sigarasını söndürüp çayından bir yudum aldı. Sonra fincanını usulca masa
ya bırakıp yeniden arkasına yaslandı.
“Ayrıldığına neden seviniyorum, biliyor musun, Lin?”
“Daha ulvi işler için yaratıldığımı mı düşünüyorsun?”
Güldü. Onu yıllardır tanıyordum ama bu gülüşüne ilk kez tanık oluyor
dum. Onu doğru düzgün bir veda için saklıyordu belki de. Sonra birden cid
dileşti.
“Bir takım oyuncusu değilsin de ondan,” dedi sertçe. “Hiçbir zaman da ol
mayacaksın. Sen kara koyunsun. Etrafına bir bak. Herkes bir şeye ya da birine
ait. Bir sen değilsin. Kimseye ait değilsin ve artık buraya da ait değilsin.”
“Havaalanındaki o adam... Lisa öldüğü için mi yolladın onu?”
“Dediğim gibi, sen takım oyuncusu değilsin. Nasıl bir tepki vereceğini kes
tirmek güçtü. Olay olduğunda sen Madras’taydın.”
“Sen ne zaman öğrendin?”
“Polisten beş dakika sonra tabii. Ama görevin önemliydi. Başladığın işi ya
rım bırakmana izin veremezdim.”
“Beş dakika mı?”
“Telefon kullanmadığını biliyorum. Onun için, haberi buraya gelince ala
cağını tahmin ediyordum. Görev tamamlanana kadar sessiz kalmak benim ka
ranındı. Her adımda yanında birilerinin olmasını da ben sağladım, evet.”
“Sen...”
“Evet. Hoşuna gitmediyse, biliyorsun, her zaman bir siktir git seçeneği var.”
“Bana sevgilimin öldüğünü söylemedin.”
“Onu aileden uzak tutmak isteyen şendin. Kız arkadaşınla hiç tanışmama
mız senin seçimindi. Hâlbuki biz burada, iş yaptığımız herkesin annelerini, kız
kardeşlerini ve karılarını tanırız.”
Ona öfkeyle baktım. İlkel bir kabilenin tamtamlarını andıran kalp atışlarım
kulaklarımda uğulduyordu. Kim bilir kaç lider ölüme bu kadar yaklaşmıştı?
Hiç beklemedikleri birinden usulca odalarına sızan ölüme.
“Seni hâlâ koruyoruz,” dedi Sanjay. “Eski bir çalışanımın işten ayrıldıktan
hemen sonra öldürülmesi işime gelmez. Ama saat işliyor. Tepemi attırırsan he
men şimdi elimi üzerinden çekerim. Lafın bittiyse, defol. Kahvaltımı huzur
içinde bitirmek istiyorum.”
Kapıyı açmıştım ki, tekrar konuştu. Bunu hep yaparlar. Son sözü onlar
söylese bile üstünlüklerini vurgulamak için bir kere daha konuşurlar.
“Kıza üzüldüm,” dedi. “Ailesi mahvolmuştur. Ama sakın duygularına ka
pılıp acele bir karar verme. Bir dahaki hatanda Şirket kıçını toplamayacak,
bilesin.”
Malikâneden çıktım. Nariman Point’te civardaki şirketlerin çalışanlarına
öğle yemeği satan büfelerin oraya gittim. Hâlâ öfkeliydim ve karnım zil ça
lıyordu. Kuyruğa girip içleri yumurta, kızarmış patates ve baharatlı sebzelerle
doldurulan sıcak rulo ekmeklerden yedim ve yarım litre süt içtim.
Öğünleri atlıyor, tavşan uykusu uyuyordum. Egzersizleri de iyiden iyiye ak
satmıştım. Bundan sonra, formda olmam daha da büyük bir önem kazanmıştı
hâlbuki. Güneyli sokak serserileri saatler içinde Şirket’ten resmen ayrıldığımı
duyacaktı. Birkaçının bana garezi vardı. Yalnız bir kurt olduğumu öğrenir öğ
renmez üzerime geleceklerdi.
Gerçek denen buzdan nehre yarım saat mesafedeki Worli’de bir spor salonu
vardı. Eski değirmenlerden bazıları güzellik ve sağlık merkezlerine dönüştürül
müştü. Sanjay Şirketi’nden emekli, Comanche adında bir gangster orada aynı
zamanda ev olarak da kullandığı bir spor salonu işletiyordu.
Comanche iyi dostumdu. Birlikte birkaç bıçaklı kavgaya karışmış ve ikimiz
de yaralanmıştık. Bu tip yoldaşlıklar asla unutulmazdı.
Comanche özgürlüğe inanırdı. Bütün çetelerden müşteri kabul ederdi.
Hatta polislere bile kapısı açıktı. Tek şartı, mekânında Sanjay Şirketi aleyhinde
konuşulmamasıydı.
Kot pantolonum ve botlarımla yarım saat ağırlık çalıştım. Sonra bir yarım
saat de gölge boksu yaparak soğudum.
Salondaki fakir mahalle delikanlıları önce çekingen davrandı. Gerçi yiğit
liğe bok sürdürmemek adına dik durmaya çalışıyorlardı ama ben anlıyordum.
Sonunda benden bir zarar gelmeyeceğini anlayıp gölge boksu idmanıma dâhil
oldular.
Duş alıp giyindiğimde soyunma odasının lekeli aynasına baktım.
Bakışlarım parlaktı. Üzerime bir dinginlik çökmüştü. Aynanın üzerindeki
tabelada
Do'stlaringiz bilan baham: |