“Kız arkadaşın Lisa’yı.”
Gözlerimin içine bakıyordu. Haddini aşıp aşmadığını anlamak için beni
yoklar gibi bir hâli vardı.
“Erkek arkadaşın da aşırı dozdan öldüğü için mi?”
“Evet,” dedi başını eğerek. Sonra Vinson’a kaçamak bir bakış fırlattı.
“İstediğini söyleyebilirsin,” dedim.
Yeniden bana döndü.
“Haberi duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Onu yalnızca bir kere
gördüm ama suratıma yumruk yemiş gibi oldum. Anlıyor musun?”
“Ben de öyle hissediyorum. Nasılsın? Biraz daha toparlandın mı?”
“Sence?”
Dikkatle yüzüne baktım. Birazcık kilo almış, yanaklarına renk gelmişti.
Şaşırtıcı mavilikteki buzdan bakışları daha bir canlıydı.
O elini kolunu nereye
koyacağını bilemez hâli kaybolmuştu.
Üzerinde gök mavisi bir tişört, bir erkeğin takım elbise yeleği ve soluk bir
kot vardı. Ayakları çıplaktı. Makyaj yapmamış, hiçbir takı takmamıştı. Tek
süsü oval yüzünde hemen dikkati çeken biçimli burnu ve dolgun dudaklarıydı.
“Güzel görünüyorsun,” dedim.
Kaşlarını çattı. Belki de ona asıldığımı sandı.
“Korkma, sana asılmıyorum,” dedim gülerek. “Bu da dâhil olmak üzere
bütün hayatlarımda başka birine aidim.”
“Nasıl? Hemen başkasını mı buldun?”
“Bulmadım. Zaten hep vardı.”
“Başka birine mi âşıksın yani?”
“Hep öyleydim. Ama şimdi daha da çok öyleyim. Bir gün sen de iyi ola
caksın.”
Bulaşıkları kurulayan Vinson’a baktı.
“Norveç’teki ailem Katolik. Son derece tutucu insanlardır. Erkek arkada
şımdan nefret ederlerdi. Onunla Hindistan’a gelmek benim için bir ispat ça-
basıydı.”
“Onun Hindistan’da ne işi vardı?”
“Bir tapınağa gidecektik ama Bombay’dan bir yere kıpırdayamadık.”
“Onun da ilk gelişi miydi?”
“Hayır. Birkaç kere daha gelmiş. Hep uyuşturucu için.”
“Ama öldüğünde yine de canın acıdı ve hâlâ da acıyor, değil mi?”
“Ona âşık değildim ama çok hoşlanıyordum. Ona yardım etmeye çalıştım.”
“Ya Vinson?”
“Galiba ona âşık oluyorum. İlk kez biri için böyle şeyler hissediyorum. Ama
kendimi tutuyorum. Ona yaklaşmıyorum. Yapamam. İstiyorum ama olmaz.”
“İyi de...”
“Sen nasıl başardın?” diye sordu yalvarırcasına. “Bir başkasıyla bağ
kurmak
zor olmadı mı?”
Bir başkasıyla bağ kurmak mı? Sevdiği kadınla arasında koca bir dağ olan
bir adama sorulacak soru muydu bu?
“Stuart sana zaman tanıyacaktır,” dedim. “Aceleye gerek yok zaten.
Gördüğüm kadarıyla, onunla tanıştığımdan daha mutlu bir adam oldu.”
“Daha da mutlu olabilir,” diye iç çekti. “Ben de öyle. Bazen anılara takılıp
kaldığın oluyor mu? Kendini onların arasında sıkışmış gibi hissettiğin?”
“Elbette.”
“Sahi mi?”
“Tabii. Bundan doğal ne var? Bizler duygusal yaratıklarız. Bu bir hayat tarzı
değil ki. Yaradılışımız böyle. Sürekli geçmişe mi dönüyorsun?”
“Evet. Birden onu hiç düşünmediğim bir anda gözümün önünde canlanı-
veriyor. Sanki hâlâ benimle.”
“Idriss’i dün birine söylerken duydum. Göçmüş bir ruhu özgür bırakmanın
mümkün olduğundan bahsediyordu. Nehrin kıyısına onun için
bir tabakta
yemek bırakıyormuşsun ve kargalarla fareler gelip onu yiyormuş.”
“Eee, ne işe yarıyormuş bu?”
“Emin değilim ama galiba huzursuz ruhları yatıştırıyormuş.”
“Her yolu denemeye hazırım. Ne zaman biraz durup dinlensem yanımda
bitiveriyor. Çıldırmak üzereyim.”
Aslında bunu dikkatini başka bir yere çekmek için söylemiştim. Ama gözle
rinde yeni bir kapının açılışına tanık oldum ve ne kadar korktuğunu anladım.
Titremesini engellemek için kollarını gövdesine doladı.
“Bak, ne diyeceğim? Anayola ulaşman için önünde geçmen gereken bir
nehir var. İstersen, sana bir tabak hazırlayayım. Nehrin kıyısına bırak.
Erkek
arkadaşın tatlı sever miydi?”
“Evet.”
“Tamam. Akşama bir sürü tatlı yaptılar. Belki erkek arkadaşın çok sevinir
ve seni rahat bırakmaya karar verir.”
“Anlaşık. Sağ ol.”
“Zamanla kolaylaşacak.”
“Meditasyon yapıyor musun?” diye sordu.
“Sadece yazarken. Neden?”
“Ben de yapsam iyi olur diye düşündüm.” Bir an düşüncelere daldı.
Sonra
yine bana baktı. “Onun hakkında ne düşünüyorsun?”
“Vinson’ı mı soruyorsun?”
“Evet. Babam ya da ağabeyim yanımda olmadığına göre senin fikrini ala
yım. Stuart nasıl biri sence?”
Kuruladığı tencereyi rafa kaldıran Vinson’a baktım.
“Vinson’ı severim,” dedim. “Senin için deli olduğu da ortada. Eğer onun ruh
ikizin olduğunu düşünmüyorsan bunu ona hemen söylemelisin, Rannveig.”
“Hiç depresyona girdin mi? Stuart seninle ilgili bir iki şey anlattı. Hayatınla
ilgili. İntiharı düşündüğün oldu mu hiç?”
“Mahkûmken hayır. Eh, hayatımın çoğu da şu veya bu şekilde tutsaklıkla
geçti.”
“Ciddiyim, Lin. Her şeyin bitmesini istediğin olmadı mı hiç?”
“İntihar
fikri bana ters, Rannveig. Onunla tanışırız. Ara sıra da selâmlaşırız
hepsi o. Ben daha çok
Do'stlaringiz bilan baham: