“Gönülden istek olunca ıraklar yakındır”
“Yolları bitmez gösteren isteksizliktir.”
Hadis
Osman, beş arkadaşı at başı, Söğüt’ten İnönü’ye dörtnal giderken
anlıyor bunu.
Böyle toplantılara çok at koşturmuştur o.
İnönü.. İnegöl.. Mudurnu ve bunlardan daha öteleri; hiç birinde de, bir
defa olsun, uzaklığı aklından geçirmemiştir. Yoldaşlarıyla, şakalaşa şakalaşa,
kahkahalar, nâralar ata ata, türküler çığıra çığıra, yarışa yarışa, bir de bakardı
ki, göz açıp kapayana kadar İznik Gölü kıyılarında veya Uludağ
eteklerindedir.
İlk defa oluyor bu; Osman ilk defa İnönü’yü uzak buluyor. Yol
tedirginleştiriyor, sıkıyor, itiyor; başka şeyler istetiyor.
Ve, Osman, birden bire, bir şeyler yakalar gibi oluyor: Ede Balı’yı, Ede
Balı’nın söylediklerini, Ede Balı’nın etrafında at sürüşünü hatırlıyor.
Osman, kafasını zorlamaktadır şimdi: Yolun.. uzaklık duygusunun,
içine verdiği şu tedirginlik ile.. acaba.. Ede Balı’dan Sivrikaya’da ve av
dönüşü, Ulupınar üstünde sebep olduğu öfkenin ve öfke öncesindeki
sıkıntının... acaba.. bir ilgisi, uzak da olsa, bir benzerliği var mıdır? veya hiç
yok mudur?
Soruyu cevaplandıracak gibi oluyor, ama bırakmıyorlar:
* * *
- “Hey Osmancık.. sana derim Osmancık” diye bağırıyor, bir at
sağındaki Saltuk Alp.
Osman, uykudan uyanır gibi, baş çevirip bakınca da ekledi:
- “Daldın gittin Osmancık.”
Sungur da onunla beraber gülüyordu:
- “Bir sen vardın bir de Konur Alp’ımız eklendi; yolun yolculuğun tadı
kalmadı.”
Beş atlıydılar.
Osman Al-ışık’la ortada.
Sağında Gazi Rahman, solunda Sungur. İkisinin atı da kır.
En sağdaki Saltuk Alp ile soldaki Abdullah ve Akça Koca ise yağız
atlara binmişler.
Epeydir, Osman’ın hâline uygun, tırısta gidiyorlar. Her zaman ve her
tempoda olduğu gibi atbaşıdır bu gidiş.
Her biri bir başka nakışla işli halı heybelerinde, akşam kurulacak
sofraya armağan, sülünler, karaca döşleri, ballar, kaymaklar, peynirler var.
Osman, ayrıca, İnönü beğine bir ipek seccade de götürüyor.
Çalgıları da, bu yolculukta, kılıçları, yayları, okları gibi, yanlarında:
Konur Alp güzel santur çalar.
Sungur, çeng’in ustasıdır.
Osman yaman ney üfler.
Abdullah mı? O da dinlemesini bilir.
Miskal’de Gazi Rahman’ın üstüne yoktur. Üstelik, onun Dâvûdî sesine
canlar dayanmaz.
Dalgınlığı uçup giden Osman, bir de silkiniyor ve:
- “Dah’haa” diye mahmuz basarken; “Sesini bağışla Rahman” diye
bağırıyor.
Bir an için birbirlerinden kopmuşlardır; tez atbaşı oluyorlar ve Gazi
Rahman’ın sesi kopuveriyor, batılarındaki yayvan tepelerin ardına doğru:
Bu seste yaylaktan yaylağa haberleşenler vardır: Horasan’dan Diyâr-ı
Rûm’a öğüt taşıyanlar vardır; bu seste, yıllar süren büyük göçün, sırlı
yönelişin coşturan, şevklendiren, güç tazeleyen hikâyeleri vardır.
Ve, Osman, deminki tedirginliği ile yakalar gibi olduğu şeye.. ve Ede
Balı’ya.. hiç bir şey düşünmeden, daha da yaklaştığını hissetmektedir: Yolun
kalanı tez bitiyor.
* * *
Yemek çoktan bitmiş, saz faslı başlamıştır.
Osman ve arkadaşları içmez. Ötekiler, Mihail ile dört Rum arkadaşı ve
ev sahibi, İnönü beği Mahmud ile iki misafiri şarap yudumlamayı sürdürüyor.
Çifte tandırın ısıttığı, tabanı, sedirleri ve duvarları halılarla kaplı büyük
odada ağırbaşlı, ama hazlarla yüklü, iç arıtan bir hüzün ipek kanatlarını
çırpmaktadır; çünkü Osman’ın ney’i az önce susmuştur.
Dudaklarında belli belirsiz gülümseyişler, onlar da susuyor ve artık hiç
konuşmayacağa benziyorlar. Çalgılar da suskunlaşmış, neyde eriyip gitmiş
gibidir.
Oysa, birazdan, her zaman olduğu gibi, bu hüznün arkasından çeng’in,
zilin, zurnanın, santurun coşkunlukları gelecektir. Ve, kadın sesleri onlarla
yarışa girişecektir.
Fakat olmuyor; bu alışılmışın yerini bahçe duvarlarının ötesinden gelen
nal sesleri ve nâralar alıyor.
Ve, Osman, şimdi, ney üfleyen Osman değildir; Osmancık’dır.
Gazi Rahman; Sungur, Konur Alp, Akça Koca.. onlar da artık gönül
ehli mahzun kişiler değildir:
Başta Osman, hepsi de göz açıp kapayana kadar dalkılıç olmuşlardır.
Dimdik duruyorlar.
Dudakları gergin, burunlarından soluyorlar; sırf kulak kesilmiş, sesleri
çözmeye çalışıyorlar.
Mihail ve arkadaşları, gözleri fazlaca açılmış, oldukları yerde donup
kalmışlardır.
Ev sahibi sofaya fırlıyor. Pencereyi yukarı sürüyor. O zaman da avaz
avaz bağıran ses odaya kadar geliyor:
- “Hey, Mahmud beğ.. sana ünlerim Mahmud beğ.”
Ev sahibi de bağırıyor:
- “Kimsin sen? Ne isten?”
Cevap geliyor:
- “Ben Al Zahid. Şu Ertuğrul oğlu Osmancık orda mıdır?”
Ev sahibi duraklıyor.
Osman da sofaya çıkmıştır:
- “Doğrusunu de” diyor.
Mahmud bir ona, bir dışarıya bakıyor. Osman sertçe tekrarlıyor:
- “Doğrusunu de.”
Mahmud beğ dudaklarını emiyor, ama doğrusunu söylüyor:
- “Burdadır.”
- “Onu isterim” diyor Al Zahid.
Mahmud beğ, bu sefer, Osman’a bakmadan sesleniyor:
- “Bu hangi töredir, Zahid beğ? Konuk verilir mi? Beti benzi atmıştır;
titremektedir:
- “Beni al daha eyi.”
Zahid’in sesi alçalıyor. Ama daha da serttir şimdi:
- “Sana ziyan istemem Mahmud beğ. Amma vermezsen yakar yıkarım.
Tümünüze kötülük ederim.”
Onun aksine, Mahmud beğin sesi iyice yükseliyor:
- “Sana yakışan ne ise onu et; konuk vermem ben.”
Ve hırsla döndü arkasına.
Ve şaşalayıp kaldı:
Az önce, orada yay biçimi dizilen altı kişi yok olmuştu. O aranırken
bahçeden Osman’ın,
- “Uruh ha” diye patlayan nârası geldi.
* * *
Osman, Mahmud beğe doğrusunu söyletir söyletmez, o şaşırtıcı
hafifliğiyle, hiç güç harcamazmış gibi, ve peşinde arkadaşları, bahçeye
fırlamıştı.
Her şey yıldırım hızıyla oluyordu:
Batmanlarından çekip aldıkları çıplak atlarına atladılar; yelelerine
yapıştılar. Osman, Konur Alp’la Akça Koca’ya;
- “Kapı kanatlarını açın” dedi.
Kendisi de, Sungur, Abdullah ve Gazi Rahman ile kapının tam
karşısında durdu.
Üç adam boyu yükseklikteki kapının dayakları bir anda atıldı ve geniş
kanatlar hızla açıldı. Üç yaydan üç ok uçtu, üç atlı yuvarlandı ve Osman
nârasını bastı:
- “Urun ha.”
Beş kılıç, ilk hamlede beş atlı indirdi.
Ötekilerin direnci beş yaralıya daha mal oldu.
Geri kalanlar da, en önce Al Zahid, ters yüz oldu. Ama, herhalde, Gazi
Rahman’ın sesi onların üstünden aştı:
- “Hey, Al Zahid; Osman’ı almadan nasıl giden!”
* * *
Bütün bunlar beş, altı dakikanın içinde olup bitmiştir. Onlar bahçeye
döndüğü
zaman,
Mahmud
beğin
adamları
ancak
kılıçlanıp
toplanabilmişlerdir. Evin kapısında durmaktadırlar.
Çıplak atlarından indiler. Osman onlara;
- “Alın atları” dedi.
Dediği yapıldı. Kalanlara da, dışarıyı işaret etti.
- “Yaralarını tımar edin.”
Mahmud beğ, orada, onların az önünde duruyordu. Hâlâ kendine
gelememişti; hâlâ titriyordu.
Osman kolunu onun omzuna attı:
- “Muhabbetimize bakalım, Mahmud beğ” dedi.
Odaya döndüler.
İçerdekiler, onlara, uykudan yenice uyanmışlar da, gördükleri rüyayı
sökmeye çalışır gibi bakıyordu. Yalnız, Mihail’in bakışları değişikti; bir
bilmeceyi çözmeye çalışır gibiydi o: Genç alnı kırış kırıştı; gözleri kısık,
dudakları gergin ve dil ucu dişlerinin arasında.
Osman, neyini alıp üflemeye başlayınca ve üflediği sürece hep öyle
baktı. Konuşmadı. Canlanan sohbete, olayın tartışılmasına katılmadı.
* * *
Mihail’in duyduğu hayranlıktan başka bir şeydi ve sürekli olarak
düşüncesini tahrik ediyordu:
Önce, ev sahibi Mahmud beğ!
Mahmud beğ, askerî olan biri değildi.
Mahmud beğ, sözü, sazı, sohbeti, yemeyi, içmeyi, zevk ve sefayı;
kısacası, yaşamayı ve canını çok seven; kavgayı, dövüşü bilmeyen, belindeki
kılıcı âdet yerini bulsun diye taşıyan biriydi.
Mahmud beğ, ayrıca, Al Zahid’in şirretliğini, kinciliğini, acımasızlığını
iyi bilirdi.
Ama Mahmud beğ;
- “ Bu hangi töredir, Zahid beğ? Konuk verilir mi?” de- mişti.
- “Beni al, daha eyi.” demişti.
- “Sana yakışan ne ise onu et; konuk vermem ben” demişti.
Ve, Mahmud beğ, ilk kuşandığından beri lâf olsun diye taşıdığı kılıcını,
ilk defa, vuruşmak niyetiyle, yâni öldürülmek için çekmişti; bir töre için!
Sonra Osman!
Ve ötekiler; Akça Koca, Gazi Rahman, Konur Alp, Sungur!
Cesaretten, kahramanlıktan, gözükaralıktan başka, bambaşka bir şeydi
onlarınki.. bir kişilik koruması, bir düzen’in, bir anlayışın, bir dünya
görüşünün önlenemez gereği idi.
Bildiği, gördüğü insanlara benzemiyordu onlar. Bildiği, gördüğü
toplumdan bambaşka bir toplum yaratmıştı onları.
Mihail, ilk defa çarpılıyor, sarsılıyordu bu konuda.
Mihail, bu iki toplumu ve bu iki toplumun insanlarını karşılaştırmaya
ilk defa zorlanıyordu. Bu karşılaştırmayı elinde olmadan, önleyemeden,
yapmak zorunda kalıyordu:
Mihail, soyunun kızlarındaki, bacısı Zoe dâhil, onların erkeklerine karşı
aşırı ilgiyi ilk defa düşünüyor ve bunu ilk defa düşündüğünü düşünüyordu:
O geceye kadar zerrece umursamamış, belki de fark etmemişti bu ilgiyi.
Ve, Mihail, bu aşırı ilginin ve kendisindeki, soyunun erkeklerindeki bu
ilgisizliğin, soy, sop, din, töre kavramlarından ayrı ve onlar üzerinde
durulmadan değerlendirilemeyeceğini ilk defa düşünüyordu.
Babası, bir gün ona;
- “Şu Türkler bizi yaşatmaz” demişti.
Korkuyla söylemişti bunu.
Mihail onun korkusunu anlamış ve çok saçma bulmuştu.
Haklı da sayardı kendini.
Zaten babası, Osman’ı tanıdıktan sonra, Türkler için öyle konuşmaz
olmuştu.
Ve, Mihail, işte bu gece, bunu yâni babasının öyle konuşmaz oluşunu
hatırlıyor ve; “Şu Türkler bizi yaşatmaz” sözünü, babasının onu söylerken
varamadığı bir kesinlikle doğru buluyordu:
Babası -elbette- sadece dinçliği, gücü, yaşamaya değil, gelişmeye
yönelik yeteneği görüyordu.. hırsı görüyordu, savaşçılığı görüyordu. İki tarafı
birden görmüyordu. İki tarafı karşılaştırmıyordu.
İkide bir;
- “Gençlik bozuldu” derdi.
- “Ahlâk bozuldu” derdi.
- “Din diye bir şey kalmadı” derdi.
- “Türklerde ne görsek kapıyoruz” derdi.
Ama bunların hiç birini; “Şu Türkler bizi yaşatmaz” sözüne bağlamak
için söylemezdi; “Şu Türkler bizi yaşatmaz; çünkü” diye söylemezdi.
Türk’leri hesaba katmadan söylenen sözlerdi onlar. Ve, büyük bir ihtimalle,
bu sözleri o da babasından dinlemişti.
Mihail ise, ilk defa şimdi, bu gece, herkes uykuya vardıktan sonra,
bütün o sözlerin arasındaki sımsıkı bağlantıyı görüyor ve ancak bir
sızıldanma olarak paylaşılan hükmü tamamlıyordu:
- “Şu Türkler bizi, emer, eritir değil, emecek, eritecektir.”
Mihail bunu, şimdi, artık, bir alınyazısı olarak görüyordu:
Umursanmaz olan, kavranamaz hâle gelen, küçümsenme bile
denemeyecek kadar soğuyan görenekler, gelenekler, töreler, inançlar; bir
kelime ile, uygarlık; ancak onunla ve onun için yaşanılan uygarlıkta
eriyecektir. Önlenemezdi bu.
Ve, o geceki olayın dışındaki Mihail, ancak bu cümleyi bulduktan sonra
uykuya râzı olabildi. O cümleye varışından öz önce de sabah ezanı okunuyor
ve Osman ile yoldaşları uyanıyordu.
* * *
Mihail Kosses, Harman Kaya papazını hatırladı:
Papaz ile babası çok iyi anlaşırlardı; daha doğrusu, papaz, baba
Kosses’in yakasını bırakmazdı; çünkü kiliseye ve şahsına karşı pek eli açıktı
onun. Gereğince de saygılıydı. İyi yararlanıyordu papaz bundan.
Her cumaertesi nasılsa, o cumaertesi akşam yemeğinde de onlarda idi.
Her zamanki saygıyı görüyordu. Bütün aile onunla ilgileniyordu. Bütün
söyledikleri ilgi ile dinleniyor, haklı, doğru ve güzel bulunuyordu.
Ama bu ilgi ve saygı Mihail’de candan ve içten değildi; olamıyordu.
Zoe de öyleydi; ama belli etmezdi o: Gülücükleri ile, dikkat gösterileri ve
mimikleri ile pek güzel maskelerdi asıl duygularını, düşüncelerini.
İnandırmıştı papazı.
Buna karşılık, papaz, Mihail’i çoktan anlamıştı.. tanımıştı. Ne ki, açığa
vurmazdı.. belki de vurmak istemezdi.. vurmak işine gelmediği için belki.
Fakat o da insandı eninde, sonunda. Bu yüzden de, ufak tefek gerilimlerin
zoruyla, ufak tefek dokundurmaları önleyemiyordu.
Sonuç olarak, ikisi de birbirini tanımıştı ve ikisi de birbirlerini
biliyordu. Aralarında, kendiliğinden ve ikisinin de işine gelen bir saldırmazlık
anlaşması oluşmuştu.
Papaz, her ne kadar, dilini karıncalandıran kinayelerin, târizlerin hepsini
önleyemiyorsa
da,
söylemeden
yapamadıklarını,
ustaca,
şakaya
boğabiliyordu.
O akşam da bunlardan biri olmuştu:
Papaz müşfik bir gülümseyişle ve Osman kelimesinin anlamını bastıra
bastıra söyleyerek, saf bir merakmış gibi;
- “Şu kemik kıran Türk ile arkadaşlığı iyice ilerlettiğin söyleniyor,
Mihail oğlum” diye başladı ve şarabını yudumladıktan sonra ekledi:
“Kalanoz’dan ve daha başkalarından işittim. Onlar bunu pek hoş
karşılamıyor. Ama ben uygun bir sebebi olmalıdır diyorum.”
Mihail doğru dürüst gülümseyememişti:
- “Gerçekten de var öyle bir sebep, sayın peder. Üstelik bunu Kalanoz
da biliyor. Söylemedi mi size?”
- “Hayır; öyle bir şey söylemedi.”
- “Ben söyleyeyim öyleyse: Osmancık benim ve Kalanoz’un hayatını
kurtardı.”
Ve, Mihail av dönüşünde uğradıkları saldırıyı, Osman’ın hızır gibi
yetişip kendilerini kesin bir ölümden kurtarışını bir bir anlatmıştı.
* * *
Mihail, şimdi düşünüyordu:
O sıralarda Osman’ı sâdece, bir insanın, canını kurtarana karşı duyduğu,
o önlenemez sevgi, teşekkür ve minnet açısından değerlendirmekte idi.
Henüz yoktu o İnönü gecesindeki önemli muhasebe.
Nitekim, papazın o kurtarma olayını yorumlayış tarzından sonra da
olmamıştı:
Papaz, olayı Mihail’den dinledikten sonra;
- “Onlar hep öyledir” diye başlamış ve yorumunu yapmıştı: “Onun
babası da yenilmek üzere olan ordunun yanını tuttu. Oğlu gibi, yalnız
kendisini değil, bütün aşiretin hayatını tehlikeye attı. Söğüt ve Domaniç ona,
aklı, mantığı tanımayan bu cür’etin armağanıdır.”
Papaz, “bu aptallığın” dememek için yutkunmuştu. Belliydi bu; çünkü
susmamış ve anlayışını açıklamıştı.
Kavgayla, çarpışmayla, savaşla hiç bir ilgin yok. İki taraf kapışmış. İki
taraf da sonucu peşin peşin kabullenmiş; sana ne?
Asıl önemlisi; tuttuğun tarafın kazanacağı ne belli?
Üstelik zayıf ve yenilecek tarafı tuttuğuna göre, birinde, ikisinde,
üçünde değilse bile, dördüncüde talih ters dönebilir. O zaman da, bir varmış
bir yokmuş, zaten gidecek olanlarla birlikte sen de gideceksin.
Ne için?
Sebebiyle de, sonucuyla da ilgin, ilişkin yok ki...
Hele, bir de, tarafların hiç birini tanımadığını düşün.
Ee?
Ee’si bunun, papaza göre, düpedüz aptallıktı, gelecek kavramına, hayat
kavramına varamamışlıktı; açıkçası ilkellikti, barbarlıktı. Papaz efendiye göre
bu böyleydi, kesinlikle böyleydi. Ve, baba Kosses de bunun böyle olduğuna
inanmıştı.
Ama Mihail değil.
Mihail, sâdece, acaba? demişti.
Ve, Mihail, artık, o İnönü gecesinden sonra “acaba?” da demiyordu.
Ertuğrul Gazi’nin ve Osman’ın tercihlerinde, papaz efendinin yorumunu çok,
ama pek çok aşan bir akıl ile mantığın sağlam belirtilerini görüyordu:
Cür’et değildi o tercih.
O tercih, sâdece duygulara, içgüdülere dayanan bir kahramanlık
gösterisi değildi; hattâ, o tercih, zayıf’a, az’a yardım düşüncesinden de
gelmiyordu:
O tercih yağmacıya, çapulcuya, vurguncuya, saldırgana karşı, başta
yaşama hakkı, emek hakkı, ter hakkı olmak üzere, insanı ve insanları
tutuyordu.
Hem de, din, soy, sop ayrımı gözetmeden.. sâdece kurtarılması gerekeni
kurtarmak için.
Sonra Mihail, o İnönü gecesinin itişiyle, gördüğü, işittiği, ama
üzerlerinde durmadan unutup gittiği bazı şeyleri de düşünmeye başladı ve,
meselâ, papaz efendi’nin kendisini ve papaz efendinin tutumunu, davranışını,
ilgilerini, ilişkilerini düşündü.
Papaz efendi dinine, kiliseye bağlıydı. Su götürmezdi bu. Ne var ki,
papaz efendi bütün papazların kendisi gibi, bütün kiliselerin de Harman Kaya
kilisesi gibi kabul edilmesini istemiyordu; hattâ, buna katlanamıyordu:
Ona göre, İnegöl’deki papaz cahildi;
Yar Hisar’daki Kitâb-ı Mukaddes’in falan bâbını, tehlikeli şekilde
yanlış yorumlamaktadır, saptırmaktadır;
Karaca Hisar papazı ahlâksızdır, çıkarcıdır:
Ve bu, böylece bütün yöre boyunca uzayıp gitmektedir. Böylece de,
Papaz efendi’de, kilise bütünlüğünün iflâs ettiği açıkça görülmektedir. Zaten,
Mihail, öteki papazların da ondan pek farkı olmadığını, birtakım
rastlantılardan ve ağızdan ağıza dolaşan söylentilerden bilmektedir. Bu
konuda, galiba, en doğru sözü de, şöyle böyle tanıdığı, Aratun adında biri
söylemiştir:
Bir pazar günü, âyin sonrası bir sohbet toplantısında, papaz efendinin
öteki papazları kötülemesi söz konusu olunca, biri;
“Onlar da bizimki için söylemedik söz bırakmıyor” deyince,
suskunluğu ile tanınan Aratun, kendisini tutamamış olmalı ki, gülümseyerek;
- “Hepsi de haklı” deyivermiştir.
Ve, galiba, en haklı olan da o idi. Kısacası, kilise bütünlüğünden söz
edilemezdi; Kilise -dîn- birleştirici ve yönetici olmaktan çıkıp gitmişti.
Mihail, gene o İnönü gecesinden sonra ve İnönü olayının itişiyle,
tekfürleri de düşünmek zorunda kalmıştı:
- “Ha papazlar, ha tekfürlerimiz.”
Vardığı cümle bu olmuştu.
Tekfürlerin birbirlerine karşı tutum ve davranışları da, daha sert olmak
üzere aynı idi: Onlar da birbirlerini kıskanıyor, çekemiyor, düşman
görüyorlardı. Biri dara düştü mü, ötekiler bayram yapıyordu. Düşene bir
tekme de onlardan geliyordu. Dostlukları yüze gülücülükten başka bir şey
değildi; birbirlerine güvenmedikleri, güvenmemeleri gerektiğini bildikleri
içindi. Ve birlikte yiyip içme, eğlenme ile, bir de, kuvvet, güç ve servet
gösterme kastıyla sınırlıydı.
Ve bütün bunlar, papazların, tekfürlerin; yâni kilisenin ve Bizans
İmparatorluğu’nun halleri halka vız geliyordu. Durumun farkında bile değildi
halk. Halk, sâdece zorlandığı için yapıyor veya yapmıyordu. Korkulacak
şeyler iyi öğrenilmişti; halkı ancak korku yönetip yönlendiriyordu ve
korkunun işlerlik alanı çok mu, çok daralmış, toplum hayatı kilisenin ve
devletin elinden çıkarak kişisel çıkarlara, açıkgözlüklere, dalaveralara
kalmıştı.
O İnönü gecesinde, Osman, Akça Koca, Konur Alp, Gazi Rahman,
Sungur.. beş kişi idiler.
Mihail;
- “Görünüş öyle” diye sürdürüyordu değerlendirmesini:
Çünkü Mihail, o beş kişinin, bir anda, tek bir irâde, tek bir şuur, tek bir
gönül oluverdiğini -gözleriyle- görmüştü.
Ve, Mihail, kafasını ne kadar zorlasa da, kendi toplumunda, onlar gibi
olacak, onlar gibi davranacak, beş değil, iki arkadaş bulamıyordu.
Ve, Mihail, mescitleri, hocaları bilmiyordu ama, kendisi, papazlar
gerçeğini açıklayan nükteler ve fıkralar anlatmaya kalkışınca, Osman’ın da,
arkadaşlarının da nasıl tedirginleştiklerini, rahatsız olduklarını açıkça görmüş,
onların din ve din adamları konusunda çok duyarlı olduklarını anlamıştı.
Mihail ayrıca, meselâ, Mudurnu’daki Samsa Çavuş ve kardeşi Sülemiş
topluluğu ile Söğüd’ün, tıpkı o İnönü gecesinde beş kılıcın bir oluverişi gibi,
her zaman bir olduğunu ve bu bağlantının, uzak, yakın yerlerdeki bütün
aşiretleri için de öyleliğini, kuvvetle, sezmişti.
* * *
Mihail işte bu yüzden, bütün bu düşünce tazelenmelerinden sonradır ki,
o söze dönüyor ve dönmek zorunda kalıyordu:
- “Şu Türk’ler bizi emecek, eritecek.”
Ve, Mihail, son olarak, çekine çekine, hattâ korka korka, nice bir
tereddütten geçerek ekledi:
- “En iyisi de.. galiba.. bu olacak.”
Ya duyduğu o çekingenlik? O korku?
Mihail bunu, acaba, atlatabilecek, yenebilecek miydi?
Mihail işte bunu da düşündü; ama cevap veremedi.. cevabı bilemedi.
Sonuç Allah’ın takdiri olacaktı.
Do'stlaringiz bilan baham: |