Osmancik cihân devletini kuran irâde, şuûr ve karakter



Download 1,76 Mb.
Pdf ko'rish
bet6/21
Sana31.12.2021
Hajmi1,76 Mb.
#267595
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   21
Bog'liq
15233326 11-12. SYnYflar - TarYk BuYra - OsmancYk

“Gönülden istek olunca ıraklar yakındır”
“Yolları bitmez gösteren isteksizliktir.”
Hadis
Osman,  beş  arkadaşı  at  başı,  Söğüt’ten  İnönü’ye  dörtnal  giderken
anlıyor bunu.
Böyle toplantılara çok at koşturmuştur o.
İnönü.. İnegöl.. Mudurnu ve bunlardan daha öteleri; hiç birinde de, bir
defa olsun, uzaklığı aklından geçirmemiştir. Yoldaşlarıyla, şakalaşa şakalaşa,
kahkahalar, nâralar ata ata, türküler çığıra çığıra, yarışa yarışa, bir de bakardı
ki,  göz  açıp  kapayana  kadar  İznik  Gölü  kıyılarında  veya  Uludağ
eteklerindedir.
İlk  defa  oluyor  bu;  Osman  ilk  defa  İnönü’yü  uzak  buluyor.  Yol
tedirginleştiriyor, sıkıyor, itiyor; başka şeyler istetiyor.
Ve, Osman, birden bire, bir şeyler yakalar gibi oluyor: Ede Balı’yı, Ede
Balı’nın söylediklerini, Ede Balı’nın etrafında at sürüşünü hatırlıyor.
Osman,  kafasını  zorlamaktadır  şimdi:  Yolun..  uzaklık  duygusunun,
içine  verdiği  şu  tedirginlik  ile..  acaba..  Ede  Balı’dan  Sivrikaya’da  ve  av
dönüşü,  Ulupınar  üstünde  sebep  olduğu  öfkenin  ve  öfke  öncesindeki
sıkıntının... acaba.. bir ilgisi, uzak da olsa, bir benzerliği var mıdır? veya hiç
yok mudur?
Soruyu cevaplandıracak gibi oluyor, ama bırakmıyorlar:
* * *
-  “Hey  Osmancık..  sana  derim  Osmancık”  diye  bağırıyor,  bir  at
sağındaki Saltuk Alp.
Osman, uykudan uyanır gibi, baş çevirip bakınca da ekledi:


- “Daldın gittin Osmancık.”
Sungur da onunla beraber gülüyordu:
- “Bir sen vardın bir de Konur Alp’ımız eklendi; yolun yolculuğun tadı
kalmadı.”
Beş atlıydılar.
Osman Al-ışık’la ortada.
Sağında Gazi Rahman, solunda Sungur. İkisinin atı da kır.
En  sağdaki  Saltuk  Alp  ile  soldaki  Abdullah  ve  Akça  Koca  ise  yağız
atlara binmişler.
Epeydir,  Osman’ın  hâline  uygun,  tırısta  gidiyorlar.  Her  zaman  ve  her
tempoda olduğu gibi atbaşıdır bu gidiş.
Her  biri  bir  başka  nakışla  işli  halı  heybelerinde,  akşam  kurulacak
sofraya armağan, sülünler, karaca döşleri, ballar, kaymaklar, peynirler var.
Osman, ayrıca, İnönü beğine bir ipek seccade de götürüyor.
Çalgıları da, bu yolculukta, kılıçları, yayları, okları gibi, yanlarında:
Konur Alp güzel santur çalar.
Sungur, çeng’in ustasıdır.
Osman yaman ney üfler.
Abdullah mı? O da dinlemesini bilir.
Miskal’de Gazi Rahman’ın üstüne yoktur. Üstelik, onun Dâvûdî sesine
canlar dayanmaz.
Dalgınlığı uçup giden Osman, bir de silkiniyor ve:
-  “Dah’haa”  diye  mahmuz  basarken;  “Sesini  bağışla  Rahman”  diye
bağırıyor.
Bir  an  için  birbirlerinden  kopmuşlardır;  tez  atbaşı  oluyorlar  ve  Gazi
Rahman’ın sesi kopuveriyor, batılarındaki yayvan tepelerin ardına doğru:
Bu  seste  yaylaktan  yaylağa  haberleşenler  vardır:  Horasan’dan  Diyâr-ı
Rûm’a  öğüt  taşıyanlar  vardır;  bu  seste,  yıllar  süren  büyük  göçün,  sırlı
yönelişin coşturan, şevklendiren, güç tazeleyen hikâyeleri vardır.
Ve,  Osman,  deminki  tedirginliği  ile  yakalar  gibi  olduğu  şeye..  ve  Ede
Balı’ya.. hiç bir şey düşünmeden, daha da yaklaştığını hissetmektedir: Yolun
kalanı tez bitiyor.
* * *


Yemek çoktan bitmiş, saz faslı başlamıştır.
Osman ve arkadaşları içmez. Ötekiler, Mihail ile dört Rum arkadaşı ve
ev sahibi, İnönü beği Mahmud ile iki misafiri şarap yudumlamayı sürdürüyor.
Çifte tandırın ısıttığı, tabanı, sedirleri ve duvarları halılarla kaplı  büyük
odada  ağırbaşlı,  ama  hazlarla  yüklü,  iç  arıtan  bir  hüzün  ipek  kanatlarını
çırpmaktadır; çünkü Osman’ın ney’i az önce susmuştur.
Dudaklarında belli belirsiz gülümseyişler, onlar da susuyor ve artık hiç
konuşmayacağa  benziyorlar.  Çalgılar  da  suskunlaşmış,  neyde  eriyip  gitmiş
gibidir.
Oysa, birazdan, her zaman olduğu gibi, bu hüznün arkasından  çeng’in,
zilin,  zurnanın,  santurun  coşkunlukları  gelecektir.  Ve,  kadın  sesleri  onlarla
yarışa girişecektir.
Fakat olmuyor; bu alışılmışın yerini bahçe duvarlarının ötesinden gelen
nal sesleri ve nâralar alıyor.
Ve, Osman, şimdi, ney üfleyen Osman değildir; Osmancık’dır.
Gazi  Rahman;  Sungur,  Konur  Alp,  Akça  Koca..  onlar  da  artık  gönül
ehli mahzun kişiler değildir:
Başta Osman, hepsi de göz açıp kapayana kadar dalkılıç olmuşlardır.
Dimdik duruyorlar.
Dudakları  gergin,  burunlarından  soluyorlar;  sırf  kulak  kesilmiş,  sesleri
çözmeye çalışıyorlar.
Mihail  ve  arkadaşları,  gözleri  fazlaca  açılmış,  oldukları  yerde  donup
kalmışlardır.
Ev  sahibi  sofaya  fırlıyor.  Pencereyi  yukarı  sürüyor.  O  zaman  da  avaz
avaz bağıran ses odaya kadar geliyor:
- “Hey, Mahmud beğ.. sana ünlerim Mahmud beğ.”
Ev sahibi de bağırıyor:
- “Kimsin sen? Ne isten?”
Cevap geliyor:
- “Ben Al Zahid. Şu Ertuğrul oğlu Osmancık orda mıdır?”
Ev sahibi duraklıyor.
Osman da sofaya çıkmıştır:
- “Doğrusunu de” diyor.
Mahmud bir ona, bir dışarıya bakıyor. Osman sertçe tekrarlıyor:


- “Doğrusunu de.”
Mahmud beğ dudaklarını emiyor, ama doğrusunu söylüyor:
- “Burdadır.”
- “Onu isterim” diyor Al Zahid.
Mahmud beğ, bu sefer, Osman’a bakmadan sesleniyor:
- “Bu hangi töredir, Zahid beğ?  Konuk  verilir  mi?  Beti  benzi  atmıştır;
titremektedir:
- “Beni al daha eyi.”
Zahid’in sesi alçalıyor. Ama daha da serttir şimdi:
- “Sana ziyan istemem Mahmud beğ. Amma vermezsen yakar yıkarım.
Tümünüze kötülük ederim.”
Onun aksine, Mahmud beğin sesi iyice yükseliyor:
- “Sana yakışan ne ise onu et; konuk vermem ben.”
Ve hırsla döndü arkasına.
Ve şaşalayıp kaldı:
Az  önce,  orada  yay  biçimi  dizilen  altı  kişi  yok  olmuştu.  O  aranırken
bahçeden Osman’ın,
- “Uruh ha” diye patlayan nârası geldi.
* * *
Osman,  Mahmud  beğe  doğrusunu  söyletir  söyletmez,  o  şaşırtıcı
hafifliğiyle,  hiç  güç  harcamazmış  gibi,  ve  peşinde  arkadaşları,  bahçeye
fırlamıştı.
Her şey yıldırım hızıyla oluyordu:
Batmanlarından  çekip  aldıkları  çıplak  atlarına  atladılar;  yelelerine
yapıştılar. Osman, Konur Alp’la Akça Koca’ya;
- “Kapı kanatlarını açın” dedi.
Kendisi  de,  Sungur,  Abdullah  ve  Gazi  Rahman  ile  kapının  tam
karşısında durdu.
Üç adam boyu yükseklikteki kapının dayakları  bir  anda  atıldı  ve  geniş
kanatlar  hızla  açıldı.  Üç  yaydan  üç  ok  uçtu,  üç  atlı  yuvarlandı  ve  Osman
nârasını bastı:
- “Urun ha.”
Beş kılıç, ilk hamlede beş atlı indirdi.


Ötekilerin direnci beş yaralıya daha mal oldu.
Geri kalanlar da, en önce Al Zahid, ters yüz oldu. Ama, herhalde, Gazi
Rahman’ın sesi onların üstünden aştı:
- “Hey, Al Zahid; Osman’ı almadan nasıl giden!”
* * *
Bütün  bunlar  beş,  altı  dakikanın  içinde  olup  bitmiştir.  Onlar  bahçeye
döndüğü 
zaman, 
Mahmud 
beğin 
adamları 
ancak 
kılıçlanıp
toplanabilmişlerdir. Evin kapısında durmaktadırlar.
Çıplak atlarından indiler. Osman onlara;
- “Alın atları” dedi.
Dediği yapıldı. Kalanlara da, dışarıyı işaret etti.
- “Yaralarını tımar edin.”
Mahmud  beğ,  orada,  onların  az  önünde  duruyordu.  Hâlâ  kendine
gelememişti; hâlâ titriyordu.
Osman kolunu onun omzuna attı:
- “Muhabbetimize bakalım, Mahmud beğ” dedi.
Odaya döndüler.
İçerdekiler,  onlara,  uykudan  yenice  uyanmışlar  da,  gördükleri  rüyayı
sökmeye  çalışır  gibi  bakıyordu.  Yalnız,  Mihail’in  bakışları  değişikti;  bir
bilmeceyi  çözmeye  çalışır  gibiydi  o:  Genç  alnı  kırış  kırıştı;  gözleri  kısık,
dudakları gergin ve dil ucu dişlerinin arasında.
Osman,  neyini  alıp  üflemeye  başlayınca  ve  üflediği  sürece  hep  öyle
baktı. Konuşmadı. Canlanan sohbete, olayın tartışılmasına katılmadı.
* * *
Mihail’in  duyduğu  hayranlıktan  başka  bir  şeydi  ve  sürekli  olarak
düşüncesini tahrik ediyordu:
Önce, ev sahibi Mahmud beğ!
Mahmud beğ, askerî olan biri değildi.
Mahmud  beğ,  sözü,  sazı,  sohbeti,  yemeyi,  içmeyi,  zevk  ve  sefayı;
kısacası, yaşamayı ve canını çok seven; kavgayı, dövüşü bilmeyen, belindeki
kılıcı âdet yerini bulsun diye taşıyan biriydi.
Mahmud beğ, ayrıca, Al Zahid’in şirretliğini, kinciliğini, acımasızlığını


iyi bilirdi.
Ama Mahmud beğ;
- “ Bu hangi töredir, Zahid beğ? Konuk verilir mi?” de- mişti.
- “Beni al, daha eyi.” demişti.
- “Sana yakışan ne ise onu et; konuk vermem ben” demişti.
Ve, Mahmud beğ, ilk kuşandığından beri lâf olsun diye taşıdığı kılıcını,
ilk defa, vuruşmak niyetiyle, yâni öldürülmek için çekmişti; bir töre için!
Sonra Osman!
Ve ötekiler; Akça Koca, Gazi Rahman, Konur Alp, Sungur!
Cesaretten,  kahramanlıktan,  gözükaralıktan  başka,  bambaşka  bir  şeydi
onlarınki..  bir  kişilik  koruması,  bir  düzen’in,  bir  anlayışın,  bir  dünya
görüşünün önlenemez gereği idi.
Bildiği,  gördüğü  insanlara  benzemiyordu  onlar.  Bildiği,  gördüğü
toplumdan bambaşka bir toplum yaratmıştı onları.
Mihail, ilk defa çarpılıyor, sarsılıyordu bu konuda.
Mihail,  bu  iki  toplumu  ve  bu  iki  toplumun  insanlarını  karşılaştırmaya
ilk  defa  zorlanıyordu.  Bu  karşılaştırmayı  elinde  olmadan,  önleyemeden,
yapmak zorunda kalıyordu:
Mihail, soyunun kızlarındaki, bacısı Zoe dâhil, onların erkeklerine karşı
aşırı ilgiyi ilk defa düşünüyor ve bunu ilk defa düşündüğünü düşünüyordu:
O geceye kadar zerrece umursamamış, belki de fark etmemişti bu ilgiyi.
Ve, Mihail, bu aşırı ilginin ve kendisindeki, soyunun erkeklerindeki bu
ilgisizliğin,  soy,  sop,  din,  töre  kavramlarından  ayrı  ve  onlar  üzerinde
durulmadan değerlendirilemeyeceğini ilk defa düşünüyordu.
Babası, bir gün ona;
- “Şu Türkler bizi yaşatmaz” demişti.
Korkuyla söylemişti bunu.
Mihail onun korkusunu anlamış ve çok saçma bulmuştu.
Haklı da sayardı kendini.
Zaten  babası,  Osman’ı  tanıdıktan  sonra,  Türkler  için  öyle  konuşmaz
olmuştu.
Ve,  Mihail,  işte  bu  gece,  bunu  yâni  babasının  öyle  konuşmaz  oluşunu
hatırlıyor  ve;  “Şu  Türkler  bizi  yaşatmaz”  sözünü,  babasının  onu  söylerken
varamadığı bir kesinlikle doğru buluyordu:


Babası  -elbette-  sadece  dinçliği,  gücü,  yaşamaya  değil,  gelişmeye
yönelik yeteneği görüyordu.. hırsı görüyordu, savaşçılığı görüyordu. İki tarafı
birden görmüyordu. İki tarafı karşılaştırmıyordu.
İkide bir;
- “Gençlik bozuldu” derdi.
- “Ahlâk bozuldu” derdi.
- “Din diye bir şey kalmadı” derdi.
- “Türklerde ne görsek kapıyoruz” derdi.
Ama  bunların  hiç  birini;  “Şu  Türkler  bizi  yaşatmaz”  sözüne  bağlamak
için  söylemezdi;  “Şu  Türkler  bizi  yaşatmaz;  çünkü”  diye  söylemezdi.
Türk’leri  hesaba  katmadan  söylenen  sözlerdi  onlar.  Ve,  büyük  bir  ihtimalle,
bu sözleri o da babasından dinlemişti.
Mihail  ise,  ilk  defa  şimdi,  bu  gece,  herkes  uykuya  vardıktan  sonra,
bütün  o  sözlerin  arasındaki  sımsıkı  bağlantıyı  görüyor  ve  ancak  bir
sızıldanma olarak paylaşılan hükmü tamamlıyordu:
- “Şu Türkler bizi, emer, eritir değil, emecek, eritecektir.”
Mihail bunu, şimdi, artık, bir alınyazısı olarak görüyordu:
Umursanmaz  olan,  kavranamaz  hâle  gelen,  küçümsenme  bile
denemeyecek  kadar  soğuyan  görenekler,  gelenekler,  töreler,  inançlar;  bir
kelime  ile,  uygarlık;  ancak  onunla  ve  onun  için  yaşanılan  uygarlıkta
eriyecektir. Önlenemezdi bu.
Ve, o geceki olayın dışındaki Mihail, ancak bu cümleyi bulduktan sonra
uykuya râzı olabildi. O cümleye varışından öz önce de sabah ezanı okunuyor
ve Osman ile yoldaşları uyanıyordu.
* * *
Mihail Kosses, Harman Kaya papazını hatırladı:
Papaz  ile  babası  çok  iyi  anlaşırlardı;  daha  doğrusu,  papaz,  baba
Kosses’in yakasını bırakmazdı; çünkü kiliseye ve şahsına karşı pek  eli  açıktı
onun. Gereğince de saygılıydı. İyi yararlanıyordu papaz bundan.
Her cumaertesi nasılsa,  o  cumaertesi  akşam  yemeğinde  de  onlarda  idi.
Her  zamanki  saygıyı  görüyordu.  Bütün  aile  onunla  ilgileniyordu.  Bütün
söyledikleri ilgi ile dinleniyor, haklı, doğru ve güzel bulunuyordu.
Ama  bu  ilgi  ve  saygı  Mihail’de  candan  ve  içten  değildi;  olamıyordu.


Zoe  de  öyleydi;  ama  belli  etmezdi  o:  Gülücükleri  ile,  dikkat  gösterileri  ve
mimikleri  ile  pek  güzel  maskelerdi  asıl  duygularını,  düşüncelerini.
İnandırmıştı papazı.
Buna karşılık, papaz, Mihail’i çoktan anlamıştı.. tanımıştı. Ne ki, açığa
vurmazdı..  belki  de  vurmak  istemezdi..  vurmak  işine  gelmediği  için  belki.
Fakat  o  da  insandı  eninde,  sonunda.  Bu  yüzden  de,  ufak  tefek  gerilimlerin
zoruyla, ufak tefek dokundurmaları önleyemiyordu.
Sonuç  olarak,  ikisi  de  birbirini  tanımıştı  ve  ikisi  de  birbirlerini
biliyordu. Aralarında, kendiliğinden ve ikisinin de işine gelen bir saldırmazlık
anlaşması oluşmuştu.
Papaz, her ne kadar, dilini karıncalandıran kinayelerin, târizlerin hepsini
önleyemiyorsa 
da, 
söylemeden 
yapamadıklarını, 
ustaca, 
şakaya
boğabiliyordu.
O akşam da bunlardan biri olmuştu:
Papaz  müşfik  bir  gülümseyişle  ve  Osman  kelimesinin  anlamını  bastıra
bastıra söyleyerek, saf bir merakmış gibi;
-  “Şu  kemik  kıran  Türk  ile  arkadaşlığı  iyice  ilerlettiğin  söyleniyor,
Mihail  oğlum”  diye  başladı  ve  şarabını  yudumladıktan  sonra  ekledi:
“Kalanoz’dan  ve  daha  başkalarından  işittim.  Onlar  bunu  pek  hoş
karşılamıyor. Ama ben uygun bir sebebi olmalıdır diyorum.”
Mihail doğru dürüst gülümseyememişti:
- “Gerçekten de var öyle bir sebep, sayın peder. Üstelik bunu Kalanoz
da biliyor. Söylemedi mi size?”
- “Hayır; öyle bir şey söylemedi.”
-  “Ben  söyleyeyim  öyleyse:  Osmancık  benim  ve  Kalanoz’un  hayatını
kurtardı.”
Ve,  Mihail  av  dönüşünde  uğradıkları  saldırıyı,  Osman’ın  hızır  gibi
yetişip kendilerini kesin bir ölümden kurtarışını bir bir anlatmıştı.
* * *
Mihail, şimdi düşünüyordu:
O sıralarda Osman’ı sâdece, bir insanın, canını kurtarana karşı duyduğu,
o  önlenemez  sevgi,  teşekkür  ve  minnet  açısından  değerlendirmekte  idi.
Henüz yoktu o İnönü gecesindeki önemli muhasebe.


Nitekim,  papazın  o  kurtarma  olayını  yorumlayış  tarzından  sonra  da
olmamıştı:
Papaz, olayı Mihail’den dinledikten sonra;
-  “Onlar  hep  öyledir”  diye  başlamış  ve  yorumunu  yapmıştı:  “Onun
babası  da  yenilmek  üzere  olan  ordunun  yanını  tuttu.  Oğlu  gibi,  yalnız
kendisini değil, bütün aşiretin hayatını tehlikeye attı. Söğüt ve Domaniç ona,
aklı, mantığı tanımayan bu cür’etin armağanıdır.”
Papaz,  “bu  aptallığın”  dememek  için  yutkunmuştu.  Belliydi  bu;  çünkü
susmamış ve anlayışını açıklamıştı.
Kavgayla, çarpışmayla, savaşla hiç bir ilgin yok. İki taraf kapışmış. İki
taraf da sonucu peşin peşin kabullenmiş; sana ne?
Asıl önemlisi; tuttuğun tarafın kazanacağı ne belli?
Üstelik  zayıf  ve  yenilecek  tarafı  tuttuğuna  göre,  birinde,  ikisinde,
üçünde değilse bile, dördüncüde talih ters dönebilir. O zaman da, bir varmış
bir yokmuş, zaten gidecek olanlarla birlikte sen de gideceksin.
Ne için?
Sebebiyle de, sonucuyla da ilgin, ilişkin yok ki...
Hele, bir de, tarafların hiç birini tanımadığını düşün.
Ee?
Ee’si bunun, papaza göre, düpedüz aptallıktı, gelecek kavramına,  hayat
kavramına varamamışlıktı; açıkçası ilkellikti, barbarlıktı. Papaz efendiye göre
bu böyleydi, kesinlikle böyleydi. Ve, baba Kosses de bunun böyle olduğuna
inanmıştı.
Ama Mihail değil.
Mihail, sâdece, acaba? demişti.
Ve,  Mihail,  artık,  o  İnönü  gecesinden  sonra  “acaba?”  da  demiyordu.
Ertuğrul Gazi’nin ve Osman’ın tercihlerinde, papaz efendinin yorumunu çok,
ama pek çok aşan bir akıl ile mantığın sağlam belirtilerini görüyordu:
Cür’et değildi o tercih.
O  tercih,  sâdece  duygulara,  içgüdülere  dayanan  bir  kahramanlık
gösterisi  değildi;  hattâ,  o  tercih,  zayıf’a,  az’a  yardım  düşüncesinden  de
gelmiyordu:
O  tercih  yağmacıya,  çapulcuya,  vurguncuya,  saldırgana  karşı,  başta
yaşama  hakkı,  emek  hakkı,  ter  hakkı  olmak  üzere,  insanı  ve  insanları


tutuyordu.
Hem de, din, soy, sop ayrımı gözetmeden.. sâdece kurtarılması gerekeni
kurtarmak için.
Sonra  Mihail,  o  İnönü  gecesinin  itişiyle,  gördüğü,  işittiği,  ama
üzerlerinde  durmadan  unutup  gittiği  bazı  şeyleri  de  düşünmeye  başladı  ve,
meselâ, papaz efendi’nin kendisini ve papaz efendinin tutumunu, davranışını,
ilgilerini, ilişkilerini düşündü.
Papaz  efendi  dinine,  kiliseye  bağlıydı.  Su  götürmezdi  bu.  Ne  var  ki,
papaz efendi bütün papazların kendisi gibi, bütün kiliselerin de Harman Kaya
kilisesi gibi kabul edilmesini istemiyordu; hattâ, buna katlanamıyordu:
Ona göre, İnegöl’deki papaz cahildi;
Yar  Hisar’daki  Kitâb-ı  Mukaddes’in  falan  bâbını,  tehlikeli  şekilde
yanlış yorumlamaktadır, saptırmaktadır;
Karaca Hisar papazı ahlâksızdır, çıkarcıdır:
Ve  bu,  böylece  bütün  yöre  boyunca  uzayıp  gitmektedir.  Böylece  de,
Papaz efendi’de, kilise bütünlüğünün iflâs ettiği açıkça görülmektedir. Zaten,
Mihail,  öteki  papazların  da  ondan  pek  farkı  olmadığını,  birtakım
rastlantılardan  ve  ağızdan  ağıza  dolaşan  söylentilerden  bilmektedir.  Bu
konuda,  galiba,  en  doğru  sözü  de,  şöyle  böyle  tanıdığı,  Aratun  adında  biri
söylemiştir:
Bir  pazar  günü,  âyin  sonrası  bir  sohbet  toplantısında,  papaz  efendinin
öteki papazları kötülemesi söz konusu olunca, biri;
“Onlar  da  bizimki  için  söylemedik  söz  bırakmıyor”  deyince,
suskunluğu ile tanınan Aratun, kendisini tutamamış olmalı ki, gülümseyerek;
- “Hepsi de haklı” deyivermiştir.
Ve,  galiba,  en  haklı  olan  da  o  idi.  Kısacası,  kilise  bütünlüğünden  söz
edilemezdi; Kilise -dîn- birleştirici ve yönetici olmaktan çıkıp gitmişti.
Mihail,  gene  o  İnönü  gecesinden  sonra  ve  İnönü  olayının  itişiyle,
tekfürleri de düşünmek zorunda kalmıştı:
- “Ha papazlar, ha tekfürlerimiz.”
Vardığı cümle bu olmuştu.
Tekfürlerin birbirlerine karşı tutum ve davranışları da, daha sert olmak
üzere  aynı  idi:  Onlar  da  birbirlerini  kıskanıyor,  çekemiyor,  düşman
görüyorlardı.  Biri  dara  düştü  mü,  ötekiler  bayram  yapıyordu.  Düşene  bir


tekme  de  onlardan  geliyordu.  Dostlukları  yüze  gülücülükten  başka  bir  şey
değildi;  birbirlerine  güvenmedikleri,  güvenmemeleri  gerektiğini  bildikleri
içindi.  Ve  birlikte  yiyip  içme,  eğlenme  ile,  bir  de,  kuvvet,  güç  ve  servet
gösterme kastıyla sınırlıydı.
Ve  bütün  bunlar,  papazların,  tekfürlerin;  yâni  kilisenin  ve  Bizans
İmparatorluğu’nun halleri halka vız geliyordu. Durumun farkında bile değildi
halk.  Halk,  sâdece  zorlandığı  için  yapıyor  veya  yapmıyordu.  Korkulacak
şeyler  iyi  öğrenilmişti;  halkı  ancak  korku  yönetip  yönlendiriyordu  ve
korkunun  işlerlik  alanı  çok  mu,  çok  daralmış,  toplum  hayatı  kilisenin  ve
devletin  elinden  çıkarak  kişisel  çıkarlara,  açıkgözlüklere,  dalaveralara
kalmıştı.
O  İnönü  gecesinde,  Osman,  Akça  Koca,  Konur  Alp,  Gazi  Rahman,
Sungur.. beş kişi idiler.
Mihail;
- “Görünüş öyle” diye sürdürüyordu değerlendirmesini:
Çünkü Mihail, o beş kişinin, bir anda, tek bir irâde, tek bir şuur, tek bir
gönül oluverdiğini -gözleriyle- görmüştü.
Ve, Mihail, kafasını ne  kadar  zorlasa  da,  kendi  toplumunda,  onlar  gibi
olacak, onlar gibi davranacak, beş değil, iki arkadaş bulamıyordu.
Ve,  Mihail,  mescitleri,  hocaları  bilmiyordu  ama,  kendisi,  papazlar
gerçeğini  açıklayan  nükteler  ve  fıkralar  anlatmaya  kalkışınca,  Osman’ın  da,
arkadaşlarının da nasıl tedirginleştiklerini, rahatsız olduklarını açıkça görmüş,
onların din ve din adamları konusunda çok duyarlı olduklarını anlamıştı.
Mihail ayrıca, meselâ, Mudurnu’daki Samsa Çavuş ve  kardeşi  Sülemiş
topluluğu ile Söğüd’ün, tıpkı o İnönü gecesinde beş kılıcın bir oluverişi gibi,
her  zaman  bir  olduğunu  ve  bu  bağlantının,  uzak,  yakın  yerlerdeki  bütün
aşiretleri için de öyleliğini, kuvvetle, sezmişti.
* * *
Mihail işte bu yüzden, bütün bu düşünce tazelenmelerinden sonradır ki,
o söze dönüyor ve dönmek zorunda kalıyordu:
- “Şu Türk’ler bizi emecek, eritecek.”
Ve,  Mihail,  son  olarak,  çekine  çekine,  hattâ  korka  korka,  nice  bir
tereddütten geçerek ekledi:


- “En iyisi de.. galiba.. bu olacak.”
Ya duyduğu o çekingenlik? O korku?
Mihail bunu, acaba, atlatabilecek, yenebilecek miydi?
Mihail  işte  bunu  da  düşündü;  ama  cevap  veremedi..  cevabı  bilemedi.
Sonuç Allah’ın takdiri olacaktı.



Download 1,76 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   21




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©hozir.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling

kiriting | ro'yxatdan o'tish
    Bosh sahifa
юртда тантана
Боғда битган
Бугун юртда
Эшитганлар жилманглар
Эшитмадим деманглар
битган бодомлар
Yangiariq tumani
qitish marakazi
Raqamli texnologiyalar
ilishida muhokamadan
tasdiqqa tavsiya
tavsiya etilgan
iqtisodiyot kafedrasi
steiermarkischen landesregierung
asarlaringizni yuboring
o'zingizning asarlaringizni
Iltimos faqat
faqat o'zingizning
steierm rkischen
landesregierung fachabteilung
rkischen landesregierung
hamshira loyihasi
loyihasi mavsum
faolyatining oqibatlari
asosiy adabiyotlar
fakulteti ahborot
ahborot havfsizligi
havfsizligi kafedrasi
fanidan bo’yicha
fakulteti iqtisodiyot
boshqaruv fakulteti
chiqarishda boshqaruv
ishlab chiqarishda
iqtisodiyot fakultet
multiservis tarmoqlari
fanidan asosiy
Uzbek fanidan
mavzulari potok
asosidagi multiservis
'aliyyil a'ziym
billahil 'aliyyil
illaa billahil
quvvata illaa
falah' deganida
Kompyuter savodxonligi
bo’yicha mustaqil
'alal falah'
Hayya 'alal
'alas soloh
Hayya 'alas
mavsum boyicha


yuklab olish