Çatışmanın dışında
bir adam
Osman, Malhun Hatun’dan umut kesmemiştir; çünkü, beylerden,
baylardan gelen dünürleri, Ede Balı, armağan yüklü develeriyle birlikte geri
çevirmektedir. Osman’a karşı da asık surat, çatık kaş değildir. Ama onun
ikinci ve üçüncü dünürlerini de, hep,
- “Halleri müsavî değil” diye geri çevirmiş ve cevabını hep aynı sözle
noktalamıştır:
-” Hudâ, ikisi için de hayırlısı ne ise onu nasib eylesin.”
Osman bunlara bakıyor ve bir şeyler seziniyor: Ede Balı kendisinden bir
şeyler beklemektedir. Kesindir bu; ama beklenen nedir ve Osman, onun
gönül rızâsını alabilmek için neler yapması gerektiğini bir türlü
bilememektedir. Ve, kafasını ne kadar zorlasa da bulamamaktadır.
Sorunun cevabını Ede Balı’nın kendisinden almak istemiş, fakat hep
geri çevrilmiştir. Sebep de hep aynıdır:
- “Şeyhim Ede Balı, vakti değil diyor, Osmancık.”
Ve, Malhun Hatun da, artık, İtburnu’ndaki gibi, kendisiyle konuşmaya
râzı olmuyor; kaçıyor.
Velhâsıl, Osmancığın hâli yamandır.
Kâh deliye dönüyor, dişleri kenetleniyor, gözleri camlaşıyor; boğuşacak
dev, kırıp dökecek, tuzla buz edecek bir şeyler arıyor; kâh köşe, bucak
saklanıyor, kardeşlerini, arkadaşlarını bile.. anasını bile görmek istemiyor:
Kar, kış, kıyamet, mahmuz basıp dere, tepe at sürüyor; ama, artık, dört
nallarda da avunamıyor.
Bu yalnızlıklarında, Osmancığın, bazen bebekler gibi iç çeke çeke,
bazen öfkeden boğulurcasına ağladıkları olmuştur. Bu hallerinde, kaç kereler,
anasını yana yana özlemiştir; fakat anası, sanki bir bahçe ötedeki evde değil
de, Acem diyârının ötelerinde, kendisi de büyük gurbette imiş gibi gelmiştir.
Osman’ın, öylesine bir özleyişle, anasına gittikleri olmaktadır. Ne var
ki, ana;
- “Sana nice Malhun Hatun’lar fedâ olsun.. üzme canını” demiyor.
Hiç değilse;
- “Derdin ne, oğul?” diye sormuyor.
Eskiden.. çok, çok eskiden.. daha bir yıl öncesine kadar, dert olmayan
gönül boşluklarını bile seziverip de:
- “Derdin ne ki, söyle de ananı yaksın, sen esen kal” diyen ana,
Osmancığını görür görmez, lâfı işe, aşa, gidişe, dönüşe döküveriyor. Ancak
bir seferinde, ana kendini tutamamış, dokundurup taşlamıştır:
- “Şu senin yoldaşın Konur Alp’ın halları söylenir oldu. Urum beği
Bursa’lı Saroz kızını vermez deye ahlanıp vahlanırmış. Yanıklanmak erliğe
ziyandır, oğul.. deyver ona.”
Osman dokundurmayı bal gibi anlamıştır. İçi kabarmışsa da öfkesini
sürdürememiştir; boyun bükmüştür; çünkü, camlaşıveren gözleri, kendini at
üstünde emziren, at üstünde iller aşan, küçük, büyük savaşlarda düşmana
sapan taşı savuran, süt sağan, yayık vuran, kaymak çalan, halı, kilim dokuyan
ana hakkını görüvermiştir. Yapabildiği, sadece, yaşamanın yerini alan derdi
için anadan umut kesmek olmuştur.
Ona, bu konuda, dişe dokunur tek ilgiyi Dursun Fakı göstermiştir;
yalnız o açıktır Osman’a. Osman ona sorabilmiştir.
- “Senin şeyhin rıza vermek için ne edip işlememi diler benden?”
Ve eklemiştir:
- “Bir türlü akıl erdiremem.”
Bu konuşma sırasında Kumral Abdal da yanlarındadır. Ve, Dursun
Fakı, dalgın susarken, dudaklarından eksilmeyen şakacı gülümseyişini
genişleterek, o cevap vermiştir:
- “Hey Osmancık, diyelim onu bilemiyorsun; ha bir de, ne etmeyip ne
işlemeyesin ister, onu düşünsen? İşe oradan başlasan?”
Bu söz, sanki dalıp giden o değilmiş gibi, Dursun Fakı’yı da
gülümsetmiştir. Bu yüzden de Osman’ı bağlamıştır:
Osman, onlardan ayrıldıktan sonra ve kafasını zorlayıp durduğu için,
Domaniç’teki o geceyi, Sivrikaya konuşmasını hatırlamaktadır; Ede Balı’da
babası Ertuğrul’u, dedesi Süleyman Şah’ı ve Kaya Alp’dan Kızıl Buğa’ya,
Bayıntur’a, Aykuluk’a ve çok daha ötelere, bütün ceddini görür gibi oluşunu
hatırlamaktadır.
Osman, Sivrikaya görüntülerini ve seslerini de hatırlamaktadır:
Vâdinin dipsiz karanlığından ve çamlığın derinliğinden gelen uğultuları
da, yaylaktan gelen havlamaları da, çok çok uzaklardaki bir tepenin ardından
altın bir yay gibi doğan hilâli de hatırlamaktadır.
* * *
Ve, Osman, şimdi, bu hatırlayışlarla, o gece, o altın yayı andıran hilâl
başının üstüne yükselirken neler düşündüğünü bilmek isteğine, hırsla
kapılıyor; o zaman bir şeyler düşündüğüne, hırsla inanıyor; o düşündüklerini
hatırlamak hırsına kapılıyor:
“Ede Balı’nın edip işlemesini istedikleri?”
“Ede Balı’nın edip işlemesini istemedikleri?”
Osman, o Sivrikaya gecesinde; Ede Balı, ışığı sönüveren bir gölge gibi
çekilip gittikten sonra, bunları düşündüğüne inanmakta, ama düşündüklerinin
ne olduğunu bir türlü çıkaramamaktadır. Ve, kendisini, artık, o
düşündüklerini bulmak için yaşamak zorunda sanmaktadır.
Oysa, vakit ikindiye dönmüştür ve Osman az sonra İnönü’ye doğru yola
çıkacaktır; yanına alacağı arkadaşları ile böyle kararlaştırılmıştır.
Aklına bu gelince duraklayıveriyor:
- “Ede Balı’nın istemedikleri arasında, acaba, bu da var mıdır?”
Ama hüküm vermek için geçtir; olan olmuştur. Osman, hükmü, yâni
konuyu ele almayı sonraya bırakıyor: “Bu son olsun” demek istercesine.
Do'stlaringiz bilan baham: |