Bir kuluçka meseli
Şimdi yayla zamanıdır ve her şey daha önceki yaz başlangıçlarında
nasıl olmuşsa öyle olmaktadır:
Ertuğrul beğ gazi, önce Bilecik tekfürüne haber salmış, bırakılacak eşya
için rıza istemiştir. Sonra, eşya, gene, yaşlı kadınlarla ve teşekkürlerle
gönderilmiştir.
Ama, Osman, bu sefer, geçen yıldakinin aksine, babasının kılıcına öyle
bakmamıştır; çene kemikleri öyle zonklamamıştır. Osman, bu sefer, toplantı
boyunca, dimdik ve donuk, hep yere bakmıştır. Bu değişikliği gözden
kaçırmayanlar var. Aykut Alp da bunların başındadır.
Aykut Alp bu değişikliği hayra yoruyor ve yorumunu, önce Ertuğrul
beğ gazi’ye, sonra da Dursun Fakı’ya söylüyor. Ertuğrul beğ gazi sâdece
seviniyor,
- “İnşallah dediğin gibidir” diyor.
Dursun Fakı’ya gelince, Dursun Fakı, Aykut Alp’ın bu yorumunu şeyhi
Ede Balı’ya iletiyor. Ede Balı da:
- “Bunu umardım” diyor, ekliyor: “Osmancık’tan beklerdim bunu.
Gayrisi için de Hudâ bu kulunu utandırmasın.”
Ve, Ede Balı, ilk iş olarak, Gündüz ile konuşmuştur; ona sormuştur;
- “Ey Gündüz beğ; gönlümden geldiği gibi sorarım, gönül inancıyla
cevap dilerim: Baban Ertuğrul beğ gazi’nin ve ileri gelenlerin karar günleridir
bu. Ertuğrul beğ gazi başta, bana da sorar dururlar ki, Kayı boyu kime emânet
edile? Bilirsin; istek sanadır. Ben de ve baban da bilir ki, isteğe karşı, sen
hep, Osmancık derdin. Gine bu kararda mısın?”
Gündüz, soruya karşı, alçakgönüllülükle başını eğmiş ve gülümsemiştir:
- “Nasıl bu kararda olmayayım ki, Osmancık, hep umduğum gibi,
durulmuş ve de uyanmıştır. Nasıl bu kararda olmayayım ki, Osmancık
benden güçlüdür, benden atılgandır, benden çok sevilmektedir ve soyumuzun
da, günümüzün de beklediği odur. Hep Osmancık dedim, gine Osmancık
derim.”
Bu söz üzerine, Ede Balı başka bir şey sormuştur:
- “Ya Osmancık da, seni isterse; ağam olsun derse?”
Gündüz, o zaman, başını kaldırıyor ve;
- “Büyükler karar versin yeter” diyor ve ekliyor: “Ben onun ağasıyım;
buyururum. Osmancık beni dinler.”
* * *
Domaniç’te ve Domaniç yakınlarındaki yaylaklarda bu yaz bütün
yazlardan başkadır ve Kayı boyunda böyle bir yaz görmeyenler
çoğunluktadır: Beğin yerini kim alacak? ve, beğin yerini kim almalıdır?
Gündüz mü?
Savcı mı?
Osmancık mı?
Ertuğrul beğ gazi oğullarından biri değilse kardeşi Dündar beğ mi?
Herkes bir şey söylüyor ve herkes söylediğini savunuyor; ama, Gündüz
ile Osmancık dışında, bir üçüncü ismin üzerinde duranlara pek rastlanmıyor.
Ne var ki, o iki ismin tartışması pek yumuşak olmuyor ve herkes
tuttuğu ismin öne sürülmesi için, söz sahibi büyüklere bindirdikçe bindiriyor.
Ve, beride, Osmancığın da, Gündüz’ün de, bu konu için ortaya
çıkmayışları, gerginliğin artmasını önlüyor.
* * *
Osman ile Malhun Hatun, yaylada, beş on koyunlarının, üç beş
atlarının, yayıklarının, iğlerinin, gergeflerinin ve sevgilerinin havasındadır.
Osman, günlerden bir gün, bir av hazırlığında, birden bire, hiç bir sebep
yokken ve o yönde av avlanamayacağını bildiği halde, Kartal Doruğu’nu beş,
on ok atımı kuzey doğudan Domaniç’ten ayıran sarp vâdiyi ve Harlak suyunu
hatırlayıveriyor.
Bu hatırlayışta orası çok, çok daha güzelleşiyor.
Ve, Osman; “Ad bize ne gerek?” diyen dervişi hesaba katmadan, orayı
Malhun Hatun da görsün istiyor:
- “Kalsın elindeki iş” diyerek eşini çekiyor.
Ve, Malhun Hatun Benliboz’da sağrısında, Osman da Al-ışık, Harlak
yolunu tutuyorlar.
Üçüncü dönemeçten sonra görünen Harlak düzü Osman’ı iyiden iyiye
şaşırtmıştır; çünkü, bildiği o taştan örme kulübenin ilerisinde, suyun ötesinde
dört kulübe daha vardır ve uçurumun kıyısında, en azından altı, yedi kişi
oturmuştur. Üstelik, nal seslerine salan köpek de, yalnız o dervişinki değildir,
onun yanında onun kadar iri beş köpek daha vardır. Osman gibi Malhun
Hatun da topuzuna davranıyor. Ama, adsız dervişin köpeği, uçurumun
kıyısında oturanlardan çok daha önce anlıyor ve birtakım sesler çıkartarak
arkadaşlarını durdurtuyor, kendisi gibi onlara da kuyruk sallatıyor: Bozoğlan
Osman’ı, bir yıl sonra, tanımıştır.
* * *
Harlağın uçuruma döküldüğü yerde oturanlar davranıp yanlarına
geldiler: Dördü kadın, yedi kişiydiler.
Öteki erkekler, Osman’ın geçen yıl tanıdığından daha genç idi.
Kadınlara gelince biri dışında onlar da öyle. O biri, inadına yaşlıydı, kara
kuruydu; ama diriydi, canlıydı. Konuşan da o oldu:
- “Ne hoşdur bu geliş, yiğit Osmancık. Şükürler olsun sizi gönderen
Tanrı’ya. Seni de, Malhun Hatun’unu da övdükleri kadar varmış. Bana,
sevenler Deli Gökçe, aşırı sayanlar da Gökçe bacı der. Uruz’un anasıyım;
anası olduğumdan da mutluyum.”
“Uruz” derken, elini uzatabildiği kadar uzatıp Osman’ın tanıdığını
göstermişti. Sonra ötekileri tanıttı:
- “Bu kara saçlı, kara kaşlı, kara gözlü Selcen’dir; gelinimdir. Şu çini
gözlü, sırma saçlı güzel Aybala’dır ve Bican abdal’ın hatunudur. Şu al
yanaklı, buğday saçlı, bal bakışlıyı sorarsan, o da Emren erenin hatunu
Zeliha’dır. Buyurun; ayran için, yoğurt yeyin; gönlümüzü hoşnut edin.”
Atlarından indiler. Malhun Hatun, doğru Gökçe Bacı’yı gidip el öptü.
Onu sevdiği belliydi. Osman gülümsedi.
Atlarını Emren erenle, Bican abdal aldı; suyun yukarılarında, yamacın
başladığı yerde yedi at otluyordu; götürüp onlara kattılar.
Suyun ötesinde tavuklar, horozlar dolaşıyordu. Suda iki ördek
yüzüyordu. Osman ördeklere baktı.
Uçurumun kıyısında, üzerine oturdukları bir hasır seriliydi. Selcen bir
kilim getirdi, hasırın üstüne yaydı. Gökçe bacı da Osman’la Malhun Hatun’u
buyur etti. Osman oturdu. Malhun Hatun ise Gökçe bacının önce oturmasını
bekledi. Ötekiler ayakta kaldı. Az sonra da, Aybala ile Zeliha süt ve balla
karışmış kaymak getirdi. Bu sırada, önce bir, hemen onun ardından da ikinci,
çocuk ağlamaları işitildi. Sesler ayrı ayrı evlerden geliyordu. Selcen ile
Aybala seğirttiler. Gökçe bacı güldü:
- “Biri Selcen’in, torunum. Öteki Aybala’nın. Tanrı hayırlı yaşlar, hak
edilmiş adlar nasip eylesin; ikisi de oğlandır. Dilerim, aydan gözel Malhun
Hatun da sana oğlanlar, kızlar vere.”
Ve, beklenmedik bir söz ekledi:
- “Beğliğin ve adın sanın sürdüre.”
Osman, ona, dimdik baktı:
- “Beğliğim yoktur benim, ana bacı.”
- “Olacak” dedi Gökçe.
O da dimdik bakıyordu. Ve, ancak Osman’ı söze razı ettiğini anlayınca
konuştu:
- “Biz de, az önce, bundan söz ederdik. Kayı boyuna bir beğ
gerekmekteymiş; haberimiz vardır.”
Ertuğrul beğ gazi, Osman’ı everdikten hemen sonra boy’un ileri
gelenlerini, yoldaşlarını ve bilginlerini toplamıştır. Onlara;
- “Benim hâlim nicedir, görürsünüz. Sanırım bu benim son
yaylamamdır” demiş, sonra da isteğini bildirmiştir: “Boyumuza bir beğ
seçeceksiniz ki, gözüm arkada kalmasın, sinimde rahat yatayım.”
Dinleyenler Ertuğrul beğ gazi’yi haklı bulmuşlar ve vakit geçirmeden
dağa, taşa adamlar salmışlar, ki kim kime güvenir, kim kimi yeğler ve ister.
Sorup
soruşturma,
dönüp
dolaşıp
Gündüz’le
Osman’da
düğümlenmektedir:
Bir bölük insan, “Gündüz akıllıdır, temkinlidir; yok yere düşman
peydahlamaz; beğimiz o olsun” der. Buna karşılık, bir bölük de; “beğimiz
Osmancık olmalıdır; çünkü Osmancık atılgandır, güçlüdür; düşman edinse de
ezmek için edinir; bize yol açar; bize yeni yaylaklar, kışlaklar sağlar”
demektedir.
Gökçe bacı, burada; “Sözün, sözleşmenin sonu olur mu?” diyor ve
anlatmayı sürdürüyor:
Gönlü Osman’a yatanlar; “Hemi Osmancık ev, bark edindi; gücü artar,
delilenivermeleri azalır” demekte, ötekiler de bu söze: “Huy canın altındadır”
diye karşılık vermektedirler.
Ve, berikiler, her ne kadar; “Bize o huy gerek” deseler de, sözün sonu
gelmemektedir. Çünkü o zaman da; “Osmancık, Osmancık der durursun da,
beğlik Osmancığın umurunda mıdır, bakmazsın” denilmektedir.
Gökçe bacı, sözünü, “Buracıkta bile işte bu konuşulur; buracıkta bile,
Gündüz mü, Osmancık mı? Osmancık uslanır mı, uslanmaz mı? Osmancık
beğliği ister mi, istemez mi? atışmasından başka iş kalmadı desem yalan
olmaz” diye sürdürüyor ve damdan düşer gibi soruveriyor:
- “Ey Osmancık; de bana bakayım: Benim Uruz’un bile dediği doğru
mudur? sen beğ olmak istemez misin?”
* * *
Osman, bir an durakladı. Cevap dilinin ucunda idi; tuttu onu ve soruyu
soruyla karşıladı:
- “Önce sen söyle Gökçe ana; önümde ağam dururken ben nasıl beğlik
isterim?”
Gölçe bacı gülüverdi:
- “Al sana bir hoşluk daha... bıldır, ben beğlik istemem deyen, şimdi;
önümde ağam var, der. Eskiden de, önümde ağam var deye, istemem der
idiysen eyi; amma, beğliği ister de içinde saklamışsan kötü.”
Osman’ın burun kapakları oynamaya başlamıştı. Kendi kadar ünlü
öfkesi belliydi. Hepsi de telâşlanır oldular. Buna karşılık, Gökçe bacı gene
güldü:
- “Öfken neye Osmancık? doğru söze kızılır mı? ananda, atanda heç
gördün mü?”
Osman öfkesiyle uğraşıyordu; konuşması da ona göre oldu:
- “Doğru söze kızmam ben. Doğru demezsin de ondan kızarım.”
Gökçe bacı tatlı tatlı sordu:
- “Neye doğru değil, söyle de bilelim?”
- “Bil” diye ve paylar gibi söyledi: “Yöreye yeni geldiğin belli. Öyle
olmasa, herkes gibi sen de bilirdin; ben beğlik istemem derken, babam da,
ağam da, bütün aklı erip sözü dinlenenler de, bana; beğliğe hazırlan, beğlik
sana derlerdi. Ona göre davran, ona göre oturup, ona göre kalk derlerdi.”
- “He, ya” dedi Gökçe bacı.
Osman da, aklanmanın rahatlığıyla, dönüp Malhun Hatun’a baktı ve
onun sevgi ile övgünün kaynaştığı gözlerini görünce gerginliğinden iz
kalmadı:
- “Gökçe ana, Gökçe ana” dedi, tok, ama dost bir sesle; “Sen bana şunu
dosdoğru söyle ki, soracağımın doğrusu ancak sendedir: Uslanır mıyım,
uslanmaz mıyım ben? Uslanır deyenleri de, uslanmaz deyenleri de ko bir
yana.”
Gökçe bacı, bir ayakta duranlara, bir suya baktı, sonra başını, ilerde
eşinen tavuklara çevirdi. Dönüp de yeniden oğluna, gelinine ve ötekilere
bakınca hepsi birden güldüler.
Osman da, Malhun Hatun da şaşırmıştı. Osman sordu:
- “Ne gülersiniz?”
- “Şuna güleriz, Osmancık” diye başladı ve anlattı:
İlerde eşelenen tavukların arasında kapkara olan biri vardır. Baharda
kuluçkaya yatmıştır. Gökçe bacı da onun yumurtaları arasına iki ördek
yumurtası koyuvermiştir.
Kuluçkanın günü bitiyor, civcivleri kabukları kırıp dünyaya çıkıyor.
Kara tavuk mutludur, görevini bilmektedir ve uyanıktır, savaşçıdır; ikisi
ördek, dokuz civcivini peşine takıyor; yem nasıl aranır, nasıl bulunur, kısrak
tayını emzirir gibi, öğretmeye koyuluyor.
Ne iki ördek yavrusu analarının tavuk, kardeşlerinin civciv oluşunu
umursamakta, ne de ötekiler onları yadırgamaktadır.
Ama işler, birden bire, karışıveriyor; mutluluk uçup gidiyor; onun
yerine bir felâket havası geliyor.
Çünkü, ördek yavruları işte şu suyun kokusunu almışlardır; aileden
koptukları gibi, o paytak paytak koşuşları ve işe yaramaz kanat çırpışları ile
suya yönelmişlerdir.
Tavuk ana, dehşet içinde çırpınmakta, acı acı gıdıklamalarla kıyâmetler
koparmaktadır. Civcivlerinin ikisi çıldırmıştır; kendilerini suya atıp
boğulacaklardır. Ana tavuk, Allah’ını sevenden yardım çağırıyor.
Ve şaşa kalıyor: İki civcivi süzüm süzüm süzülmekte, dalıp
çıkmaktadır; suda mutludur ve başarılıdır.
Tavuk ananın şaşkınlığı da, kapıldığı dehşet gibi çok sürmüyor. O iki
civcivini kendi hallerine bırakıp ötekilerinin yanına dönüyor. Yapabileceğini
yapıyor ve yaptırabileceklerini yaptırmaya koyuluyor.
Gökçe bacı, o gün, bu gün, ne zaman, “Osmancık uslanır mı, uslanmaz
mı” çekişmesi başlasa, bu olayı anlatmaktadır. Ve Osman’la Malhun Hatun
gelmeden az önce de öyle olmuştur.
* * *
Gökçe bacı:
- “İşte buna güleriz, Osmancık” dedi, sonra da ekledi: “Sorduydun da
ondan anlattım. Sana daha açığını da deyivereyim: Sen uslanman Osmancık;
suyu gördün mü dalan.”
Kısa bir ara verdi. Kendine çok güveniyordu; bakışlarından ve
gülümseyişinden belliydi bu. Gülümseyişi, birden bire genişledi, daha da
içtenleşti:
- “Bana sorarsan, Osmancık eyi de edersin. Ben, Osmancık beğ olsun,
Osmancık uslanmasın, deye dua ederim. Bunu da herkes bilir; bilenlerin çoğu
da, öyle dua eder. Bize bu duayı öğretenler de aklı eren kişilerdir.”
Ve hızla doğruldu, dizlerinin üzerinde giderek Malhun Hatun’un yanına
vardı:
- “Ayın ondördü Malhun Hatun, gökçek Malhun Hatun; dilerim
bencileyin ak pörçekli karıcık olun da, oğullarının beğliğini de görün.”
Osman’a öyle geldi ki, beğliği kesinleşmiş ve açıklanmıştır; kulaklarına
gelen ses, kayalara çarpa çarpa düşen Harlağın değil de köslerindir; kösler
vurulmaktadır; kılıçlar şakırdamaktadır; atlar kişnemektedir; nâralar
atılmaktadır.
Ve;
Malhun
Hatun
müjdeler
almaktadır;
kutlu
müjdelere
gülümsemektedir.
Dönüp baktı; Malhun Hatun, gerçekten gülümsemektedir ve öyle
gülümsemektedir. Fısıldadı; rüyada gibi:
- “Atlanalım.”
Gökçe bacı;
- “Haberini gözleriz” dedi.
Karşılıklı, hoş günler dilediler.
Yolda, Osman’ın dalgınlığı epey sürdü; neden sonra;
- “Baban, Gökçe bacı gibi düşünmez” dedi.
Malhun Hatun güldü.
- “Neye gülersin?”
Malhun Hatun gene güldü:
- “Babam hem öyle düşünür, hem öyle düşünmez. Nasıl deyeceğimi
bilemedim de ona gülerim.”
Sonra, sözünü bulmaya çabaladı. Buldu da:
- “Uslanmak ne ki?”
Bu soru konuyu epeyce aydınlatıyordu:
Osman düşündü; Ede Balı onun atılganlığına, dövüşgenliğine,
gözüpekliğine karşı değildi ki...
Ede Balı’nın değiştirmek istediği, bunları kullanışı idi!
Kendin için değil, boy’un, soyun, sopun için!
Ede Balı’nın istediği değişim ve akıllanıp uslanma’nın özü bu idi; Ede
Balı, Osman’ı bu öze ulaştırmak için söylemişti bütün sözlerini. Ve, bütün
davranışları da gene bunun içindi:
“Babam hem öyle düşünür, hem öyle düşünmez!”
Malhun Hatun, pek güzel anlatmıştı bunu.
Osman, tırısta giderken, atını dört nala kaldırmadan önce, gemi kırdı,
sağrı sağrıya geldiler.
Osman’ın kolu kement gibi uzandı; Malhun’u sardı, kendine çekti.
Domaniç’e varınca, doğruca, yedi direkli, iki bölmeli küçük çadırlarına
gittiler. Osman Malhun’u günlük kurmaya bırakmadı; içerde oturup
konuşmak istediğini söyledi.
* * *
Osman kendisini, beğliği taşıyacak güçte görmektedir.
Başta babası, Ede Balı’nın, Aykut Alp’ın, Dursun Fakı’nın, Kumral
Abdal’ın ve dağ başlarında, geçitlere ve yörelere hâkim yamaçlarda mekân
tutan dervişlerin, gelecek zamanlar için ve soyun geleceği için ne
istediklerini; bu arada da bir tek insan’dan ne beklediklerini anlamaya
başlamıştır:
Belki bir bâdem ağacı.. belki bir çınar!
Aranan budur ve Osman, artık, bunu anlamakta, kavramaktadır.
Kafasını zorluyor ve çocukluğundan beri gözlendiğini de anlıyor:
Akranlarına karşı davranışları.. ilk at’lanışı.. ilk yay gerişleri.. kılıç
tâlimleri.. güreşleri.. ilk avları.. geyik yıkışları.. ve bir gün, obayı birbirine
katan azgın boğayı yıkışı!
Gözlenmiştir bütün bunlar.
Ve, bâdem ağacı, ya da çınar... İlâhî takdir’in istediğine ve yapacağına,
Osman aday görülmüştür.
Osman, artık, bunu anlıyor ve artık kabulleniyor.
Ama Osman’ın hâlâ, ağır kuşkuları vardır; başta kendisi:
Osman, acaba, gereğince arınabilmiş midir, nefsinden?
Soy, sop kavramını benliğinin yerine koyabilmiş midir?
Ve, sonra Osman ağası Gündüz’ü, hâlâ gönül rahatlığı ile
düşünememektedir; beğliği, onun yüzünden, hâlâ, bir ayıp istek, bir hak
yeme; en azından da, bir saygısızlık sayar gibidir.
Osman, anlattı bunları Malhun Hatun’a ve:
- “Bana doğruyu göster. Malhun’um” dedi.
Malhun Hatun, epey düşündükten sonra konuştu:
- “Ağan Gündüz beğden yana dertlenme, yiğidim. Herkes iyi
bilmektedir ve ben de bilirim: Onun isteği yürektendir. Sana sevgisi ve
güveni katıksızdır; hastır. Sen kendini tart. Gereken budur, derim. Dilersen,
bir de babamla söyleş; kuşkuların bitsin; rahata er.”
Osman, her ne kadar dalgınlığından sıyrılamadı ise de;
- “Doğru dersin” dedi.
Malhun Hatun’un sözlerine inandığı belli oluyordu. Nitekim öyle yaptı.
Bir farkla: Ede Balı’dan önce, kendini tutamamış, ağası Gündüz ile
konuşmuştu.
Gündüz, onu, gözleri parıl parıl, kucakladı, boynundan öptü;
- “Sana yaraşan budur” dedi. Ekledi de; “Eyi bilirim; bu haber babamızı
mutlu edecektir.”
Osman da onun elini öptü; gören bayramlaşırlar sanırdı.
İKİNCİ BÖLÜM
Do'stlaringiz bilan baham: |