On Birinci Bölüm Boş Hayallere Kapılmanın Tedavisi
Kalp huzurunun kazanılmasına da yol açan, boş hayallere kapılmanın tedavisi için faydalı olan ilacın beyanı hakkındadır.
Bil ki, nefsin her bir zahir ve batınî kuvveti, özel bir riyazet ile terbiye ve eğitilme kabiliyetine sahiptir. Örneğin, insan gözünün belirli bir noktaya veya güneş ışığı gibi şiddetli bir ışığa uzun süreyle göz kapaklarını kapatmadan bakmaya gücü yoktur. Ancak bazı batıl riyazet ashabının belirli maksatlar için yaptıkları gibi eğer insan gözünü alıştırırsa, göz, kapanmaksızın ve yorulmaksızın uzun saatler boyunca güneşin kızgınlığına ve aynı şekilde saatlerce hareket etmeksizin belirli bir noktaya bakabilir. Diğer kuvvetler ve hatta nefesin tutulması da bu türdendir. Anlatıldığına göre batıl riyazet ashabında normalin üzerinde nefesini tutan kimseler bulunmaktadır.
Hayal ve vehim kuvveti de terbiye edilebilecek kuvvetlerdendir. Bu kuvvetler terbiye edilmeden önce daldan dala ve bir şeyden bir diğer şeye uçan, çok dolaşan ve ölçüsüz derecede hareketli olan bir kuş gibidir; öyle ki insan bir dakikalığına onların hesabını yaparsa, çok zayıf sebeplerden dolayı ardı ardınca nice intikallerin gerçekleştiğini görecektir. Hatta bazıları, hayal gezginliğinin ve onu ram etmenin imkan dışı ve örfi muhallerden olduğunu sanmaktadırlar. Ancak bu doğru değildir. Riyazet, terbiye ve vakit harcama ile ram edilebilir. İhtiyar ve iradenin egemenliği altında hareket edecek ve onun istemesi halinde kendisini bir hedef ve konuda saatlerce hapsedecek şekilde hayal gezginliği önlenebilir.
Ve onu ram etmenin genel yolu, kendisinin aksine hareket etmektir. Bu şu şekildedir: İnsan namaz vaktinde namazda hayali korumak için kendini hazırlamalı, onu amelde tutsak kılmalı, insanın elinden kaçmak istediği an onu geri döndürmeli, namazın her bir hareket, durgunluk, zikir ve amelinde onun haline özen göstermeli, halini teftiş etmeli ve onu kendi başına bırakmamalıdır. Bu, işin başında zor bir fiil olarak görünmektedir; ancak bir müddet amel, dikkat ve tedaviden sonra o kesinlikle uysallaşacak ve meleke kazanacaktır. Siz, işin başında, namazın tamamında hayalinizi kontrol etme beklentisi içinde olmamalısınız. Bu, olmayacak ve muhal bir beklentidir. Belki de hayalin kontrol edilmesinin imkansız olduğunu iddia edenler, bu beklenti içerisindeydiler. Ancak bu iş, tam bir aşama, duraklama, sabır ve yavaşlıkla yapılmalıdır. İşin başlangıcında namazın onda birinde veya daha azında hayalin zapt edilip kalp huzurunun hasıl olması mümkündür. Yavaş yavaş insan düşünür ve kendini ona muhtaç görürse, daha fazla netice alır ve yavaş yavaş şeytana ve hayalin gezginliğine galip olur ve böylece namazın çoğunluğunda insiyatif gücünü ele geçirir. İnsan hiçbir zaman ümitsiz olmamalıdır; zira ümitsizlik, bütün gevşeklik ve güçsüzlüklerin kaynağıdır ve ümit gücü, insanı kendi saadetine ulaştırır.
Ancak bu alandaki önemli husus, bizde az olan ihtiyaç hissidir. Kalbimiz, ahiret alemindeki saadetin sermayesinin ve sonsuz hayatın vesilesinin namaz olduğuna inanmamıştır. Biz, namazı kendi hayatımız için bir yük saymakta ve onu bir dayatma ve görev addetmekteyiz. Bir şeyi sevmek, onun neticelerini idrak etmekten doğar ve bizim dünyayı sevmemizin sebebi, onun neticesini görmemiz ve kalbin ona inanmasıdır. Bundan dolayı, onu kazanmak için davet edilmeye, vaaza ve nasihate ihtiyacımız yoktur. Hz. Peygamber’in (s.a.a) davetinin dünyevi ve uhrevi diye iki yönlü olduğunu zannedenler ve bunu şeriat sahibinin kıvancı ve nübüvvetin kemali sayanlar, diyanetten habersiz ve nübüvvetin davet maksadından yoksun ve uzaktırlar. Dünyaya davet, büyük peygamberlerin hedefinden tamamen hariçtir. Şehvet hissi, gazap, batınî ve zahiri şeytan, dünyaya davet etmek için yeterlidirler, peygamberlerin görevlendirilmesine ihtiyaç yoktur. Şehvet ve gazabın idaresi, Kur’an ve peygamber gerektirmez. Aksine peygamberler, halkı dünyadan sakındırır, mutlak şehvet ve gazabı kısıtlar ve çıkar alanlarını sınırlarlar. Oysa ki gafil, onların dünyaya davet ettiklerini sanır. Onlar, “Her yola başvurarak mal kazanmak ve şehveti her yoldan söndürmek –elbette evlenmek gerekir ve ticaret, sanat ve ziraat olmalıdır; bu ayrı bir konudur- doğru değildir” diye buyurmaktadırlar. Şehvet ve gazabın özünde ise sınırsızlık/mutlakıyet vardır. O halde onlar, sınırsızlığın önünü almaktaydılar; dünyaya davet etmemekteydiler. Ticarete davet etmenin felsefesi, kötü yoldan kazanmayı kısıtlamak ve önlemektir. Evlenmeye davet etmenin felsefesi, tabiatın sınırlanması ve günah ve şehvet güdüsünün sınırsızlığının önüne geçilmesidir. Evet, onlar mutlak/salt muhalif değildirler; zira bu tür bir muhalefet, kamil düzene de aykırıdır.
Biz, dünyaya ihtiyaç duyduğumuzu hissettiğimiz için, onu hayatın sermayesi ve zevklerin kaynağı olarak algılıyor, ona ehemmiyet vermeye özen gösteriyor ve onu elde etmeye çalışıyoruz. Eğer ahiret hayatına iman edersek, orada yaşama ihtiyacını hissedersek ve ibadetleri özellikle de namazı, o alemin hayat sermayesi ve o var oluşun saadet kaynağı bilirsek, onu elde etmek için kuşkusuz çalışacak ve bu çaba ve çalışmada kendimizde bir zahmet, eziyet ve yük hissetmeyecek, aksine tam bir istek ve şevk ile onu elde etmenin peşine düşecek ve onun hasıl ve kabul olma şartlarını kalp ve can ile kazanacağızdır.
Şu an bizde bulunan soğukluk ve gevşeklik, iman ışığının solukluğundan ve onun gevşek bünyesinden kaynaklanmaktadır. Aksi halde, eğer bütün bu peygamber ve evliyaların (a.s) bildirdikleri, bilge ve büyük şahsiyetlerin (r.a) delilleri bizde bir “ihtimal” icat etmiş olsaydı, hedefe varmak için daha iyi bir şekilde çalışmamız ve çabalamamız gerekirdi. Ancak bin kez yazıklar olsun demeli ki, şeytan batınımıza saltanat kurmuş, kalp merkezimizi ve batınî duyularımızı egemenliği altına almış ve böylece Hakk’ın ve O’nun elçilerinin buyruğunun, alimlerin söylediklerinin ve ilahi kitaplardaki nasihatlerin kulağımıza gelmesine engel olmuştur. Şu an bizim kulaklarımız, dünyevi-hayvani kulaklar olup Hakk’ın vaazları, zahir haddinden ve hayvani kulaklarımızdan batına ulaşmamaktadır. “Hiç şüphesiz, bunda, kalbi olan ya da bir şahit olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır.”1
Allah yolundaki sâlikin ve mücahidin büyük vazifelerinden biri de mücahade ve sülûk esnasında kendine güvenmekten tamamen el çekmesi ve yaratılış olarak sebeplerin sebebine ve fıtrî olarak asılların aslına bağlı olmaya dönmesi; O mukaddes varlıktan, temizlenme ve korunma istemesi; O en mukaddes zatın elinden tutmasına güvenmesi, halvet ortamlarında Rabbine yakarması ve kendi halini ıslah etmesini tam bir ciddiyet ile istemesidir; zira O’nun mukaddes zatından başka bir sığınak yoktur. Hamd Allah’a mahsustur.
Do'stlaringiz bilan baham: |