partileri,
1918
senesinden sonra Reich'm birdenbire bulunmuş
olan
siyah-kırmızı-sarı
renklerin
meydana
getirdiği
bayrağım
kabul
etmeye
yanaşmamışlarsa da, yeni eğilimlere karşı
koymak üzere ve mahvolmuş imparatorluğun
tekrar kurulması fikrinden başka geleceğe ait bir
programa da sahip değillerdi, işte, Reich'm
siyah-kırrmzı
ve
sarı
renklerin
meydana
getirdiği,
eski
bayrağının
tekrar
ortaya
çıkmasının sebebi buydu.
Fakat hiçbir zaman şu unutulmamalıdır ki, bu
bayrak altında dövüşmüş ve bütün kurbanların
yere serilmiş olduğunu gören bir Almana, o eşi
bulunmaz eski renkler, pek kutsal ve yüce
görünmekle beraber, gelecek uğrunda bir
mücadelenin sembolü olamazdı. Demek ki,
Marksizm'i yok etmek için girişilen harekete
böyle bir bayrak pek az uygun düşerdi.
Alman milleti için eski bayrağını kaybetmiş
olmak hakikaten bir saadetti. Ben, bu hususu
müdafaa ediyor ve işte bu noktada burjuva
politikacılarından
ayrılıyordum.
Biz,
cumhuriyetin kendi bayrağı altında yaptığı şeyi
lakaydine telâkki ediyorduk. Fakat hayatımızın
her anında en şerefli varlığımız olan savaş
bayrağını, bir fuhuş için yatak çarşafı hizmetini
görmesine meydan vermemiş olmasından dolayı
cumhuriyet
yönetimine
teşekkür
etmemiz
gerekir.
Kendini
ve
vatandaşlarını
satan
bugünkü Reich o, şeref ve kahramanlık bayrağı
olan siyahbeyaz ve kırmızı renklerini hiçbir
zaman kullanmamalı idi.
Şimdiki rejim, Kasım harekâtından utanma
devam ettiği müddetçe, bu utanılacak harekâtın
nişanını taşımalıdır. Çünkü, bugünkü rejimin
daha şerefli bir mazinin sembolünü çalmaya
hakkı
yoktur.
Burjuva
politikacılar
şunu
bilmelidirler: Kim, siyah, kırmızı ve beyazlı
bayrağı bugünkü devlet için isterse mazimize
karşı bir hırsızlık yapmış olur. Eskinin bayrağı
ancak eski zamanın imparatorluğuna uygun
düşerdi. Tanrı'ya şükürler olsun ki, bugün
cumhuriyet idaresi, kendine en uygun düşeni
seçmiş ve siyah-sarı-kımızı renklerini almıştır.
Biz Nasyonal Sosyalistler olarak, eski bayrağın
kullanılmasını, hareketimizin manalı bir sembolü
gibi kabul etmiyoruz. Çünkü eski hataları, tekrar
canlandırmak niyetinde değiliz. Biz Nasyonal
Sosyalistler yeni bir devlet kurmak istiyoruz, işte
bugün bu yolda Marks-çılığa karşı mücadele
eden hareketin bayrağı da yeni devletin sembolü
olmalıdır.
Yeni bayrak işi, yani bayrağın renk ve
şeklinin tespiti bizi bir hayli meşgul etti. Her
taraftan iyi niyetlerle dolu tavsiye ve teklifler
geliyordu. Fakat bütün bu teklif ve tavsiyelerde
bir kıymet yoktu.
Yeni bayrak, aynı zamanda biz Nasyonal
Sosyalistlerin mücadelesini ifade etmeli ve bir
fikri, bir görüşü telkin edici biçimde olmalıydı.
Görünüşte bu konu önemsiz gibi gelir. Fakat
halkla teması olanlar bilirler ki, bu ayrıntının
önemi pek büyüktür. Tesir yapıcı bir işaret yüz
binlerin,
hareketimize
karşı
ilk
ilgisini
uyandırabilir.
Bu hususu bildiğimiz için sağdan soldan gelen
beyaz zemin üzerine bir sembol konması
şeklindeki teklifleri reddettik. Çünkü böyle bir
şey, eski devleti veya amacı ortadan kalkmış bir
vaziyeti tekrar ortaya etmek olan zayıf partileri
hatırlatmaktadır. Ayrıca şu da bilinmelidir ki,
beyaz sürükleyici renk değildir. Ancak bu renk
sadece
namuslu
genç
kızların
kuracağı
cemiyetlerin flamalarına uygun düşer. Fakat
hiçbir zaman bir devrim devrinin infilâk edici
hareketlerine uygun düşmez.
Bize teklif edilen renkler arasında siyah da
vardı. Bu renk de zamanımıza uyuyordu. Siyah
renkte hareketimizin gayelerine dair belirli bir
işaret bulamadık. Bizim üstümüzde siyah renk
de sürükleyici bir tesir yapmadı.
Beyaz-mavi. Bu iki rengin fevkalâde estetik
tesiri vardır. Fakat, bu da derhal bertaraf edilmeli
idi. Çünkü bu renkler bir Alman Devleti olan
Bavyera'nın renkleri idi.
Aynı sebeplerden dolayı siyah-beyazı da
kabul edemezdik. Keza bu iki renk de
Prusya'nın renkleriydi. Taşıdığı özellik ve ayrılıp
tek başına kalma yanlısı oluşu sebebi ile kuşkulu
bir siyasal eğilimi ifade ederdi.
Bu arada siyah-sarı-kırmızı bahis mevzuu dahi
edilmiyordu. Siyah-beyaz-sarı-kırmızı renkler de
şimdiki tertipleri ile beğenilmı yordu. Fakat bu
renklerin diğerlerine oranla bir üstünlüğü vardı
Bu renkler oaha tesirli idi. Ben, her zaman eski
renkleri müdafaa ettim. Bu hareketimin sebebi,
eski bir asker sıfatı ile yalnız bu renklerin benim
için en kutsal bir şey olmalarından değildi. Bu
hareketimde bu üç rengin estetik olarak birbirleri
ile uygun düşmelerinin de rolü vardı.
Genç hareketimizin sinesinden, lider olmam
sıfatıyla bana gelen ve çoğu eski bayrağın
zemini üzerine gamalı haçı çizen sayısız
projeleri de reddettim. Ben lider olarak kendi
projemi zorla kabul ettirmek istemiyordum.
Çünkü herhangi bir kimse daha uygun, daha iyi
bir bayrak meydana getirebilirdi. Hakikaten
Starnberg'li bir işçinin bana verdiği taslak hiç
fena değildi. Esasen benim düşündüğüme de
yaklaşmıştı. Yalnız bana gelen bu teklifin bir
kusuru vardı, yuvarlak bir beyaz zemin üstüne
kırık kollu gamalı haç çizilmişti. Ben nihayet
muhtelif tecrübelerden sonra, şu şekil üzerine
kafi karar kıldım: Kırmızı bir zemin üstüne
beyaz bir yuvarlak ve bu beyaz yuvarlak
parçanın içinde siyah bir gamalı haç. Yine uzun
tecrübelerden
sonra
bayrağın
ve
beyaz
yuvarlağın büyüklüğü ile gamalı haçın şekil ve
kalınlığı arasında belirli bir oran saptadım.
Böylece, bayrağımız ortaya çıkmış oldu ve bu
şekilde kaldı. Aynı görüşle hareket ederek
hemen güvenlik teşkilâtımızın üyeleri için
pazubandlar sipariş ettik. Bunlarda geniş bir
kırmızı şerit üzerine beyaz bir yuvarlak ve
yuvarlağın içinde de siyah gamalı haç vardı.
Partimizin rozeti de aynı şekilde çizildi, ilk rozeti
Münihli bir kuyumcu olan Füss yaptı ve bu rozet
daha sonra saklandı.
Yeni bayrağımız halka 1920 senesinin yaz
sonunda takdim edildi. Bu bayrak bizim genç
hareketimize tamamen uyum gösteriyordu.
Bayrağımız da fikirlerimiz gibi genç ve yeni idi.
Hiç kimse bugüne kadar böyle bir bayrak
görmemişti. Halkın üstünde bir meşale gibi etki
yaptı. Bayrağın plânı bir arkadaş tarafından
yapılıp getirildiği vakit, biz bile heyecana
kapılmış, adeta çocuklar gibi sevincimizden
çılgına dönmüştük.
Birkaç ay sonra Münih'te altıya yakın
bayrağımız vardı. Ayrıca sayısı gün geçtikçe
büyümeye devam eden emniyet teşkilâtımız
üyelerinin kollarında taşıdığı pazubandlar da
bayrağımızın yayılmasına yardımcı oldu. Çünkü
bu gerçekten bir semboldü.
Bu şekilde bayrağın taraftarlarımızdan bu
kadar alâka görmesinin sebebi, Alman milletine
hizmet eden bu renklerin maziye dair bir
hatırlatma vazifesi görmesinden ziyade, genç
hareketimizin
amaçlarım
en
iyi
biçimde
sembolize etmesi idi. Biz Nasyonal Sosyalistler
bayrağımızda
partimizin
programını
görüyorduk.
Kırmızı,
hareketimizin
sosyal
fikrini ifade ediyordu. Beyaz renkte Nasyonalist
fikri görüyorduk. "Gamalı haç"ta, üstün ırkların
zaferi uğrunda savaşmak gibi kutsal görevi ve
yine yararlı çalışma fikrinin başarısı için
mücadele etmenin gerekli olduğunu teşhis
ediyorduk. Bu fikir, Yahudi aleyhtarı idi ve
ilelebet böyle kalacaktır.
. iki sene sonra emniyet teşkilâtımız bir
mücadele kuvveti yahut kelimenin tam manâsı
ile bir ordu haline gelerek binlerce üyeyi ihtiva
ettiği zaman bu teşkilâtımıza özel bir zafer
sembolü vermek gerektiğini gördük. Bir sancağa
ihtiyacımız vardı. Bunu bizzat ben çizdim.
Bunun yapılmasını da partimizin eski ve sadık
üyesi kuyumcu ustası Gahr'a teklif ettim. Artık o
günden
beri
sancak,
nasyonal
sosyalist
mücadelenin işareti oldu.
Şöhretimiz devamlı bir şekilde artmaya
başladı. Bu durum haftada iki defa toplantı
yapmamıza fırsat verdi. Böylece 1920 senesinde
faaliyetimiz bir hayli gelişmiş bulunuyordu.
Duvarlara yapıştırılan ilânlarımızın önünde
büyük bir kalabalık toplanıyordu. Yaptığımız bir
toplantıda şehrin en büyük salonları ağzına
kadar doluyordu.
Neticede,
yolunu
şaşırıp
Marksizm'in
kucağına düşmüş olan on binlerce Marksist,
milletin ortak duygulanna kavuşarak ve eski
benliğini tekrar kazanarak gelecekteki hür
Reich'm birer mücahitleri oldu. Artık Münih
halkı bizleri tanıyordu. Her yerde bizden
bahsediliyordu. Nasyonal Sosyalist kelimesi
dillerden düşmez oldu. Bütün bunlar esasta birer
propaganda demekti. Partimize üye olanların ve
sevgi besleyenlerin sayıları gün geçtikçe
artmaya başladı.
Artık, öyle bir duruma gelmiştik ki, 1920 -
1921 senelerinin kış aylarında, Münih şehrinde
kuvveti ve kudreti kabul eden bir parti olmuştuk.
Marksçı parti, gözardı edilirse, bütün partiler,
hattâ hiçbir milli parti, bizim partimizin
toplantıları
kadar,
gösterişli
ve
kalabalık
mitingler tertip edemiyordu.
Bizim toplantılarımızda Münih'in Kindkeller
salonu çoğu zaman yıkılacak kadar doluyordu.
Bu salon beş bin kişi alabiliyordu. Bizim için
toplantı yapmaya cesaret edemediğimiz bir yer
vardı ki, o da Krone Sirki idi.
Almanya'nın ufukları 1921 yılının ocak ayı
sonlarında tekrar kara bulutlarla kaplandı. Bu
sırada, Almanya'nın yüz milyar altın mark
vermek için çılgınca bir taahhüt altına girmesine
sebep olan Paris Antlaşması, Londra ültimatomu
şeklinde ortaya çıkıyordu. İşte bu durum
karşısında, Münih'te mevcut olan ve ırkçı adını
taşıyan cemiyetler müştereken büyük bir
protesto mitingi yapmak istediler. Zaman pek az
kalmıştı. Alınan kararın uygulama mevkiine
konması
hususunda
gösterilen
ve
sonu
gelmeyen tereddütlerden sinirleniyordum. İlk
önce Konigsplatz'da bir miting yapılacağı
söylendi. Fakat, daha sonra bu mitingden
vazgeçildi. Çünkü komünistlerin hücumuna
uğramaktan
ve
mitingin
dağıtılmasından
korkuyorlardı.
Feldherrn
önünde
bir
protesto
mitingi
yapılması
düşünüldü,
fakat
bundan
da
vazgeçildi. Sonunda Kindkeller'de ortak bir
toplantı yapılması teklifi ortaya atıldı. Bütün bu
teklif ortaya atılıp reddedilirken günler de uçup
gidiyordu. Bu arada büyük partiler, hadisenin
ehemmiyetini göz önüne almıyorlardı.
Merkez idare heyeti, yapılması istenilen
protesto mitingi için bir gün tespit etmek
hususunda bir türlü karara varamadı.
Ben 1 Şubat 1921 Salı günü, pek acele olarak
kati bir karar
alınması
teklifini
yaptım.
Teklifimin görüşülmesini çarşamba gününe
bıraktılar. Çarşamba günü, katiyen açık bir
cevap almak için bir ısrarda bulunmadım.
Neticede toplantı yapılacak mıydı? Yapılacaksa
ne zaman olacaktı? gibi kaçamaklı cevaplara
muhatap oldum. Fakat en sonunda da partinin,
protesto mitingini gelecek çarşamba günü, yani
bir hafta sonra tertip etmek niyetinde olduğu
açıklandı.
Sabrım kalmamıştı. Protesto mitingini tek
başına organize etmeye karar verdim. Çarşamba
günü, öğle üzeri, duvar hânının metnini
makinede on dakika içinde bastırdım. Bu arada
hemen 3 Şubat 1921 Perşembe günü için Krone
Sirki'ni kiraladım.
Benim bu teşebbüsüm o günlerde son derece
cüret isteyen bir işti. Pek büyük olan salonu
doldurmamak ihtimalimiz bir yana, hepimizin
parça parça edilmesi tehlikesi de mevcuttu.
Emniyet teşkilâtımız, henüz böyle bir teşebbüs
için yeterli kuvvetini bulamamıştı. Ayrıca,
toplantıya karşı herhangi bir sabotaj hareketi
yapılacak olursa, bu durum karşısında takip
edeceğimiz yolu da henüz çizmemiştim. Ben bir
sirkin amfilerinde vuku bulacak tepkinin,
herhangi bir salondakinden çok daha zor
olacağını
düşünüyordum.
Fakat,
Tanrı'ya
şükürler olsun, düşündüklerimin aksi çıktı. Ki
zıllardan oluşan sabotaj sürüsünü bir sirkin geniş
meydanında alt etmek, bir salonda tepelemekten
çok daha kolay oldu. Şunu aklımızdan
çıkarmıyorduk: Basit bir başarısızlık bizleri uzun
müddet gölgede bırakırdı. Keza toplantımıza
karşı girişilen bir sabotaj teşebbüsü başarı ile
neticelenecek olursa, o güne kadar kazandığımız
şöhret ve şeref bir anda yok olurdu. Ayrıca
düşmanımız olan kızıllar, bir kere başardıkları
işe her zaman teşebbüse kalkarlardı. Bu da,
bizim toplantı ve faaliyetlerimizin sabote
edilmesi sonucunu doğurdu. Eski kuvvetimize,
ancak gayet şiddetli mücadele sonunda ve aylar
geçtikten sonra kavuşabilirdik.
İlanları duvarlara yapıştırmak için tek bir
günümüz vardı. Perşembe günü de maalesef
hava bozdu ve sabah yağmur yağdı. Bu
durumda, halkın yağmur altında dayak yemek
ihtimalinin mevcut olduğu bir toplantıya koşmak
yerine, evinde oturmayı tercih etmesinden pek
haklı olarak korktuk.
Öğle üzeri salonun dolmayacağından ben de
birden korktum. Çünkü, salon dolmazsa, merkez
idare heyetinin nazarında itibarım bir hayli
sarsılacaktı. Bundan dolayı pek acele olarak el
ilânları yazıp, bastırdım ve bunları öğleden evvel
dağıttırdım.
Bu el ilânları, halkın toplantıda hazır
bulunması için bir davetiye niteliği taşıyordu. İki
kamyon kiralattım. Bu iki "kamyonu mümkün
olduğu
kadar
kırmızı
renkte
süslettim.
Kamyonlara birkaç bayrak kondu ve içlerine
parti arkadaşlarımdan on beş yirmi kişi bindi.
Bunlara hiç durmadan şehir içinde dolaşıp el
ilânlarını dağıtmaları emrini verdim. Böylece
perşembe günü akşamı yapılacak toplantı için
propaganda faaliyetlerine süratli bir şekilde
devam ettiler.
İlk defa olarak bayraklarımızla süslenmiş iki
kamyon caddelerde dolaştı ve Marksistlerin
herhangi bir saldırısına maruz kalmadı.
Ağzı bir karış açık kalan burjuvalar, kırmızı
renkle donanmış ve rüzgârda dalgalanan gamalı
bayraklarımızı taşıyan kamyonları hayretler
içinde seyrettiler.
Şehrin dış mahallelerinde yumruklar sallandı.
Bu yumruk sahipleri proletaryaya karşı bu yeni
tahrik (!) yüzünden son derece kızıp küplere
binenlerdi. Keza onlara göre toplantı tertip
etmek ve şehir içinde kamyon dolaştırmak
yalnız Marksçıların hakkı (!) idi.
Akşam saat yedide, sirkin amfileri pek az işgal
edilmişti. Her on dakikada bir, telefonla bilgi
veriliyordu. Biraz endişelendim. Çünkü bugüne
kadar, her toplantımızda salonlar en geç yedi
veya yediyi çeyrek geçe, yan yarıya dolardı.
Fakat amfilerin birden dolmamış olmasının
sebebini biraz geç anladım. Keza bu yeni yerin
pek
fazla
büyük
olduğunu
göz
önüne
almamıştım. Hofbrauhaus salonu bin kişi
doldurmaya~1câfi gelirken, aynı sayıda insan
Krone Sirki'nin amfilerinde kayboluyor ve
hemen hemen göze çarpmıyordu. Aradan biraz
zaman geçtikten sonra daha olumlu haberler
almağa başladım. Saat sekize çeyrek kala sirkin
amfilerinin dörtte üçünün dolduğu ve gişelerin
önünde hâlâ büyük bir kalabalığın bulunduğu
bildirildi. Bu haber üzerine yola çıktım.
Saat sekizi iki geçe sirkin önündeydim.
Binanın önü hâlâ kalabalıktı. Bunların bir kısmı
meraklılardı, içeri girdiğim sırada, bir sene evvel
Hofbrauhaus düğün salonunda yaptığımız ilk
toplantıda hissetmiş olduğum, şevk heyecan ve
neşeyi tekrar aynen duydum, insanlardan
teşekkül eden duvarı aşıp, yüksekçe yere
geldikten sonra, başarımın büyüklüğünü o vakit
daha iyi gördüm.
Sirk binası karşımda binlerce Alman ile dolu
"büyük bir kavga" gibi açılıyordu. Hattâ pist bile
insanlarla dolmuş, kapkara şekilde görülüyordu.
Beşbin altıyüzden fazla bilet satılmıştı. Bu
miktara iş-' sizler, fakir talebeler ve emniyet
teşkilâtımız dahil değildi. Bunları da hesaba
katacak olursak içerde altıbin beşyüz kişi
bulunuyordu. Konferansın ismi şuydu:
"YA GELECEĞİ BiNA ETMEK VEYA
MAHVOLMAK." Geleceğin, burada, gözlerimin
önünde olduğunu görmekten kalbim sevinçle
doluyordu.
1 Nutkum iki buçuk saate yakın sürdü.
Nutkumun ilk yarım sa-• atinden sonra bu büyük
toplantının başarı sağladığını hissettim. Artık bu
binlerce kafa ile benim aramda bir rabıta ve bir
temas kurulmuştu. Bu ilk yarım saatten sonra
içten gelen alkış ve lehte tezahürat sözlerimi sık
sık kesmeye başladı.
İki saat sonra alkışlar yerlerini, bu aynı binada
daha sonra yaptığımız toplantılarda da olduğu
gibi içime nüfuz eden ve bu hali yaşamış olanlar
için, unutulmaz bir durumda kalan uhrevi bir
sessizliğe terk ettiler.
Bu büyük kalabalığın doldurduğu sirk
binasında adeta küçük bir nefes almanın dahi
işitilebileceği kadar bir sessizlik hakim oldu. Son
sözlerimi bitirdiğim vakit, bir alkış dalgası
kabardı. Daha sonra bu büyük kalabalık
Kurtuluş Şarkısını şevk ve heyecanla terennüm
etti: DEUTSCHLAND ÜBER ALLES.
Sirkin ortasındaki büyük geçitten akıp giden
insan nehrini yır mi dakika kadar takip ettim.
Koskoca salon, ağır ağır boşalıyordu Ancak
bundan sonra, sevinçten coşkun bir halde yerimi
terk ederek evime döndüm.
Bu büyük toplantılarımızdan, gazeteler için
fotoğraflar
aldılar.
Burjuva
gazetelerinde
yayınlanan bu fotoğraflar, mitingin vasfım
kelimelerden
çok
daha
iyi
bir
şekilde
anlatıyordu. Fakat bu gazeteler, mitingin "milli
bir miting" olduğunu bir defa olsun yazmadılar.
Hattâ, mitingi tertip edenlerin isimlerini dahi
açıklamadılar.
Bu toplantı ile, biz önemsiz partiler arasından
sıyrıldık. Artık bizim partimizin mevcudiyetini
bilmezlik edemezlerdi.
Bu büyük başarımızın geçici ve tesadüf? bir
başarı olduğu kanaati uyanmaması ve olumlu
kanaatin yerleşmesi için, derhal gelecek hafta
aynı yerde ikinci bir toplantı yapacağımızı ilân
ettirdim. Bu ikinci toplantıda da aynı neticeyi
elde ettik. Sirk binası tekrar binlerce insanla
yıkılacak kadar hıncahınç doldu. Bu durum
karşısında da üçüncü bir toplantı tertiplemeye
karar verdim. Netice yine aynı oldu.
1921 senesi içinde toplantılarımızı daha da sık
yapmaya başladık. Haftada bir toplantı ile
yetinmiyor, bazen haftada iki toplantı yaptığımız
oluyordu. Hattâ, bu sene içinde, yaz ve sonbahar
aylarında dahi, bu sıkı faaliyette bir gevşeme
olmadı. Bazen yedi gün içinde üç toplantı
yaptığımız oluyordu. Artık devamlı olarak sirk
binasında
toplanıyorduk.
Bütün
konferanslarımızın halkın üstündeki tesirleri
müthiş oluyordu. Bu ciddi faaliyetlerimizin
olumlu
neticeleri
olarak,
partimize
karşı
gösterilen sevgi arttı ve partiye kaydolanların
sayısı gün geçtikçe çoğaldı.
Böyle bir başarı karşısında kızıl rakiplerimiz
pek tabii olarak boş durmayacaklardı. Terör ile
sessizlik
arasındaki
taktiklerinde
tereddüt
etmeleri, gelişmemize mani olamadı, işte bu
durum karşısında, son bir gayret sarf etmek
lüzumunu duydular. Bu teşebbüsler tam bir terör
hareketi idi. Hedef toplantılarımıza devam etmek
imkânım kati bir şekilde ortadan kaldırmaktı.
Tedhiş hareketine başlamak için yoktan bir
sebep
buldular.
Bir
gün
Sosyalist
milletvekillerinden
birine,
pek
esrarlı
bir
suikast(!) hazırlandı. Bir akşam bu Bavyeralı
Sosyalist'e bir meçhul şahıs kurşun atmıştı. Daha
doğrusu
Sosyalist
Erhard
Auer'a
kurşun
sıkılmamış da, sıkılabilirmiş. Güya, Sosyal
Demokrat Parti'nin lideri olan bu milletvekilinin
eşine
rastlanmayan
cesareti
bu
korkunç
suikastı(l) sonuçsuz bırakmış. Suikastçı o kadar
hızlı ve piân^ kaçmış ki Alman polisi ufak bir iz
dahi tespit edememiş.
İşte bu esrarlı suikast(!) hareketi, Münih'te
yayınlanan ve Sosyalistlerin yayın organı olan
gazete tarafından istismar edildi. Bize karşı,
azgınca bir tahrik hücumuna geçtiler. Sosyalist
gazete, malûm lâf ebeliği ile olayı büyülterek
okuyucularına duyurdu. Bu âdi neşriyattan,
bizim gelişimimize fırsat vermemek üzere
korkunç tedbirlere başvurulacağı anlaşılıyordu.
Ne olursa olsun ağaçlarımızın gökyüzüne kadar
ulaşmasını
engellemek
istiyorlardı.
Proleterya'nın kolları ağaçlarımızı yıkmalıydı.
Aradan bir iki gün geçtikten sonra işin kokusu
çıkmaya başladı. Hofbrauhaus düğün salonunda
bir toplantı yapacaktık. Bu toplantıda ben
konuşacaktım.
Kızıllar
kati
bir
şekilde
hesabımızı
görmek
için
bu
toplantıyı
seçmişlerdi.
4 Kasım 1921. Saat, 18-19'da toplantımızın
insafsızca sabote edileceğine dair ilk haberleri
almaya başladık. Gelen ilk haberlere göre kızıl
partilere dahil büyük işçi grupları, toplantımızı
basarak bize en son ve kesin darbeyi
indireceklerdi.
Bu haberlerin bize daha erken ulaşmaması bir
aksi tesadüftü. Aynı gün içinde, Münih'te
Sterneckgasse'deki bizim için itibarı büyük olan
büro binamızı boşaltmış, ama yeni binaya henüz
taşınama-mıştık. Çünkü yeni yerimizde hâlâ yapı
işçileri
çalışıyordu.
Daha
doğrusu,
eski
yerimizden telefon kaldırıldığı halde yeni
binamıza telefon getirilememişti. Bu bakımdan
sabotaj haberlerinin bize zamanında ulaştırılması
mümkün olmadı. Bundan dolayı toplantımızda
ancak zayıf bir emniyet kuvveti bulundurabildik.
Emniyet teşkilâtımıza mensup olanların sayıları
altmışa yaklaşıyordu.
Ayrıca alarm vermek için kullanılan alet de,
bir saat zarfında bize yeter derecede imdat
kuvveti toplayacak şekle getirilememişti. Bir de
şu vardı. Bundan önce de, böyle telâş verici
birçok sabotaj haberleri almış, fakat kızıllar bu
haberlerdeki
sabote
hareketlerine
girişememişlerdi. Bir örnek anlatım: Önceden
haber verilen devrimlerin daha yumurta halinde
iken öldüğü söylenir, işte bu örnek bizim bütün
işlerimizde bugüne kadar hep doğru çıkmıştı.
Bütün bunlar, bir sabote hareketine mani olmak
için tam anlamıyla alınacak tedbirlerin hepsine
başvurmamamıza
sebep
oldu.
Ayrıca,
Hofbrauhaus düğün salonunun bir sabotaj
hareketinin en az başarı gösterebileceği bir yer
olduğunu zannediyorduk. Biz en korkunç
sabotajları toplantılarımızı en büyük salonlarda
yaptığımız zamanlarda beklemiştik.
İşte bütün bu hatalı düşüncelerimiz bize esaslı
bir ders oldu. Daha sonra bütün bunları bilimsel
yollardan inceledik. Araştırmamız sonunda,
önemli sonuçlara vardık. Bu neticeler, ilerde
emniyet teşkilâtımızın çalışmalarına çok faydalı
oldu.
Hofbrauhaus'un koridoruna girdiğim zaman
saat sekizi çeyrek geçiyordu, işte bu sırada göze
çarpan
şey
sabotaj
teşebbüsünün
şüphe
götürmez bir durumda oluşu idi. Bundan dolayı,
bizim emniyet teşkilâtımız ilk tedbir olarak
binanın dış kapısını kapatmıştı. Fakat erken
saatlerde gelen kızıllar içerde idiler. Buna
karşılık, bizim partinin taraftarları dışarıda
kalmışlardı. Küçük emniyet teşkilâtımız beni
koridorda bekliyordu. Hemen salonun kapısını
kapattırdım. Kırk beş kadar taraftarımıza dikkatli
olmalarını tembih ederek, bu delikanlıların belki
de ilk defa milli kuvvetimize sadakatle bağlı
bulunduklarını büyük tehlikeye rağmen ispat
edecek durumda olduklarına dikkatlerini çektim.
Hiçbirimiz
bir
ceset
haline
gelmedikçe
mücadeleyi bırakmayacaktık. Bu delikanlılara,
içlerinden birinin beni terk etmeyeceğinden
emin bulunduğumu da bildirdim. Eğer herhangi
birinin korkakça bir hareketini yakalayacak
olursam ben, bizzat o kimsenin pazıbandını
koparacak, üstünde taşıdığı partimizin bütün
işaretlerini söküp alacaktım. Daha sonra,
herhangi bir sabotaj hareketine karşı derhal
reaksiyon göstermelerini, müdafaanın en iyi
şekli hücum olduğunu hiçbir zaman akıllarından
çıkarmamalarını sıkı sıkı tembihledim.
Sözlerimi bitirdiğim vakit, bu delikanlılar
bana, alışılmıştan çok daha keskin, çok daha gür
bir şekilde üç defa "Heil" diye bağırarak cevap
verdiler.
Bunun üzerine toplantı salonuna sert adımlarla
girdim. Vaziyeti kendi gözlerimle gördüm.
Durum şöyle idi: Salon dolmuştu. Sayısız
kalabalık intikam ve kin dolu gözlerle bana
yıldırımlar yağdırıyordu. Bunların bir kısmı da
alaylı
sözler
söyleyip
yüzlerim
buruşturuyorlardı. Şimdi her zamankinden daha
kuvvetli olduklarından emindiler. Bütün bunlara
rağmen
toplantıyı
açtım
ve
konuşmaya
başladım.
Hofbrauhaus
düğün
salonunda
yaptığımız bütün toplantılarda ben "''daima
salonun
yan
taraflarından
birinde
durur
konuşurdum. Bana kürsü vazifesini bir bira
masası görüyordu. Yani salonda bulunanların
tam aralarında idim. Bu şekilde davranışım,
kindar bakışlarla donu salonda, bir daha hiçbir
yerde eşi görülmemiş bir ruh hali meydana
getirdi. Önümde ve bilhassa sol tarafımda
kızıllar bulunuyordu. 'Hepsi ayakta idiler. Bu
Marksistlerin çoğu gürbüz kimselerdi. Diğerleri
de, salonun duvan boyunca kürsüye kadar
sıralanmışlardı.
Devamlı
bir
şekilde
bira
getiriyorlar ve önlerindeki masalara boş bar-
vdakları diziyorlardı. Bu boş bardaklar onların
cephanesi
idi.
Toplantının
patırtısız
ve
gürültüsüz
geçmesine
imkân
olmadığını
anladım.
Söz kesmelere rağmen bir buçuk saat
konuşmama devam ettim.
Vaziyete hâkim olduğuma hükmedilebilinirdi.
Bu durumu sabotaj
lekiplerinin başları hissettiler. Bundan dolayı
endişelenmeye başladı-
;lar. Devamlı bir şekilde dışarı çıkıp, tekrar
salona dönüyorlardı,
^adamları ile sinirli bir şekilde konuşuyorlardı.
Bir söz kesmeye cevap verdim. Bu psikolojik
hatanın derhal i1 farkına vardım. Fakat bu
hareketim üzerine fırtınanın kopması emri ;
verildi.
Birkaç
protesto
mahiyetindeki
şiddetli
bağırmalardan sonra, bir Ikızıl iskemlenin üstüne
fırlayarak, avazı çıktığı kadar bağırdı. Hürri-
Lyet... Bu bir işaretti, işaret alan hürriyet
şampiyonları derhal işlerine koyuldular. Kısa bir
zaman sonra salon köpekler gibi uluyan kızıl ı
güruh ile doldu. Bu sırada birer top gibi bardak
ve sürahiler uçmaya Vbaşladı. Bir anda salona
iskemlelerin çatırdaması, cam eşyanın kırıl-
;Jması, hayvanlar gibi uluma ve böğürmeler,
keskin ve acı feryatlar 'hakim oldu. Salon
cehennem? bir kargaşalık içinde kaldı. f
Yerimde ve ayakta idim. Bizim, gençlerimizin
üstlerine düşen ;j'kutsal vazifelerini nasıl
yaptıklarını takip ediyordum. Her şey bir J-yana
bir burjuva toplantısının böyle bir durumda
kalmasını çok arzu ederdim.
Büyük gürültü henüz şiddetlenmeden önce
güvenlik teşkilâtımız (ki bugünden itibaren bu
teşkilâtımıza "Hücum Kıtası" adı verildi) derhal
faaliyete geçip, karşı tarafa saldırdı. Gençlerimiz
kurtlar gibi, sekizer onarlık grup olmuşlar, kızıl
rakiplerinin üstlerine canavar gibi atılıyorlardı.
Davamıza inanmış olan gençlerimiz kızılları sille
tokat, yumruk, tekme ata ata dışarı çıkardı. Beş
dakika içinde gençlerin hepsi kan revan içinde
kalmışlardı.
Böylece
birer
dâva
adamı
olduklarını ispat etmiş bulunuyorlardı.
Bunların başında benim sadık Maurice'im de
bulunuyordu. Şimdi özel sekreterim olan Hess
ve diğerleri ağır yaralı olmalarına rağmen ayakta
durabildikleri
müddetçe,
pis
kızıllara
saldırmaktan geri kalmıyorlardı. Cehennemi
gürültü, tam yirmi dakika devam etti. Bu süre
içinde yedi veya sekiz yüz kişi kadar olan
rakiplerimiz, sayıları ancak ellinin üstünde olan
gençlerimiz tarafından salondan çıkarılmış ve
merdivenlerden aşağı yuvarlanmıştı.
Fakat salonun en sonunda, büyükçe bir grup
durumunu hâlâ koruyor ve azgınca direniyordu,
işte tam bu sırada salonun giriş tarafında, iki el
tabanca sesi işitildi. Bunun üzerine müthiş ve
korkunç bir yaylım ateşi başladı. Bu sesler,
savaş hatıralarımızı canlandırdı ve kalbimiz
sevinç ve neşe ile doldu.
Benim bulunduğum yerden, kimin ateş ettiğini
görmeme imkân yoktu. Yalnız bu sıra bir şeyi
teşhis ettim. Kan içinde bulunan gençlerimizin,
bu andan itibaren hiddet ve gazapları son
dereceyi buldu.
Yirmi beş dakikalık mücadele sonunda bu son
grup da kapı dışarı edildi. Sanki salonda, bomba
patlamış gibi bir hâl vardı. Taraftarlarımızdan
çoğunun yaraları sarılıyordu. Bir kısmını ise
araba ile götürmek icap etti. Fakat vaziyete
hâkimdik. Bu toplantıya, başkanlık eden
Hermann Esser ilân etti: "Toplantı devam ediyor,
söz hatibindir!" Ben derhal nutkuma devam
ettim.
Toplantımız bittikten sonra, koşa koşa ve
heyecan içinde bir ko miser geldi. Sanki bir deli
gibi şöyle bağırdı: "Toplantı dağılmıştır."
Savaş bitip sessizlik sağlandıktan sonra
yetişen bu adamcağızın bu garip halini görünce
gülmekten kendimi alamadım, işte polisin
durumu bu idi. Ne kadar küçük olurlarsa o kadar
büyük, ne kadar a çiz olurlarsa o kadar güçlü
görünmek istiyorlardı. O akşam çok şeyleı
öğrendik. Bu arada kızıllar da aldıkları dersi bir
daha unutamadılar.
Münih'te yayınlanan ve Sosyalistlerin yayın
organı olan Münc hene Post bizi 1923 yılının
sonbaharına kadar "proleteryanın yum ruğu" ile
tehdit edemedi.
Do'stlaringiz bilan baham: |