1.2.4. Tedric-Örf İlişkisi
Örf; iyi ve güzel fiiller, yahut aklın beğendiği, şer’in de kabul ettiği hasletlerdir.99 Kur’anı Kerim’de Cenab-ı Allah: “örf ile emret”100 buyurur. Hz. Peygamber (sav) de: “ Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir,”101 hadisiyle örf hadisesine işaret etmektedir.
Örf, insanlar arasındaki muamelelerle ilgili hükümlerin birçoğu için önemli bir mesnedidir, delildir. Bu bakımdan İslam hukuku nazarında örf - nasslardan sonra - büyük bir hukuki değere sahiptir. Ayrıca bir çok yeni hükümlerin doğmasında, örf’e bağlı hükümlerin yenilenmesinde, değiştirilmesinde ve sınırının tespitinde örfün tesiri büyüktür.102
Gerek ferdi, gerek sosyal zaruret ve ihtiyaçlar, örf’ü doğuran en önemli amillerdir. Bu sebeple doğan örf ve adetler, zamanla tekrar edile edile insanlar arasıda uyulması gerekli, hakim bir nizam mevkiine geçer.
Fert ve cemiyet üzerinde otorite kuran örf-adet, iyice yerleştikten sonra, artık o, hayatın zaruretlerinden sayılır. Kişiler bunları yapmaya alıştıkları zaman bu, adeta vazgeçilmez bir unsur haline gelir.103
Eğer nassın ihtiva ettiği hükmün illeti, örf’e bağlı ise bu takdirde, zamanın değişmesiyle, örf’ün de değişmesi zaruri olduğundan, örf’e bağlı olan nassın hükmü de değişecektir.104
Bütün semavi dinlerin gönderildikleri zamanların ve muhatapların içinde bulunduğu şartlara göre hükümler taşıdığı konusuna daha önceki bahislerde temas etmiştik. Buna göre, İslam’dan önceki şeriatların da örf’e göre verilmiş bir takım hükümler taşıdığından söz edebiliriz.
İslam Dini’nde ise, yukarıda ifade edildiği gibi örf’ün ayrı önemi vardır. Hz. Peygamber (sav) devrinde örf göz önüne alınarak verilmiş hükümlere rastlıyoruz. Hz. Peygamber, Saib b. Abdullah’a hitaben: “Cahiliyye devrindeki ahlakını İslam’da da muhafaza et; misafiri ağırla, yetime ikram et ve komşuna iyilikte bulun.”105 buyurmuştur. Bu sebeple sahabiler devrinden itibaren İslam hukukçularınca, hem Arap örfüne, hem de fethedilen memleketlerdeki örf ve adetlere itibar edilmekteydi.106 Burada kastedilen örf, İslam’ın esaslarına aykırı olmayan “sahih örf” tür.
Hz. Peygamber’in, devrinin örfüne uygun olarak verdiği bazı hükümlerle, sonraki devirlerde ve farklı bölgelerde farklı örfler bulunduğu için amel edilmemiş, içinde bulunulan devrin ve bölgenin örfüne göre hüküm verilmiştir. Şimdi konu ile alakalı bir kaç misal verelim:
1- Asr-ı Saadette altın ile gümüşün vezn (tartı) ile; buğday, arpa, tuz ve hurmanın da, keyl (ölçek) ile mübadele edilmesi nass (hadis) ile hükme bağlanmıştı.107
Zamanla keyli olan maddelerden bir kaçının tartı ile mübadele edilmesi, adet olarak ortaya çıkınca, Ebu Hanife (150/767) ile imam Muhammed (189/804), zikredilen hadisin zahirine aykırı saydıkları bu adeti kabul etmemişlerdir.108 Ebu Yusuf (182/789) ise, şu görüştedir: “Rasulullah zamanında bu altı maddeden; buğday, arpa, tuz ve hurma ölçekle, altın ile gümüşün de tartı ile mübadele edilmesi adet olarak yerleşmişti. Eğer bunlardan ilk dördünün tartı ile, son ikisinin de ölçek ile mübadele edilmesi adet olarak yerleşmiş olsaydı, nass bu adeti ikrar şeklinde varit olacaktı.109
2- Hz. Peygamber (sav)’in, Sahabe, Tabiun ve Tebei Tabiin nesillerini hayır ile yad etmesi;110 bir de bunların zamanında adaletin, güzel ahlakın hakim oluşu sebebiyle, Ebu Hanife, şahadette, şahidin tezkiyesini şart koşmamıştır. Fakat zamanla adaletin kaybolup, yalanın yaygınlaşması yüzünden Ebu Yusuf ile imam Muhammed, tezkiyeyi şart koşmuşlardır. Fukaha, bahsi geçen ihtilafın yalnız, asır ve zamanın değişmesinden ileri geldiğini; yoksa bunun, delil ve hüccet ihtilafı olmadığını belirtirler.111
3- Hz. Peygamber (sav): “Kur’an-ı okuyunuz, ama Onu geçim kaynağı yapmayınız”112 hadisi ile, Osman b. Ebi’l-As’a (ra) hitaben: “Müezzin aldığında, O, ezanı için ücret almasın”113 hadislerine dayanarak, Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, hicretin ilk asırlarında Kur’an talimi, imamet ve hitabet gibi benzeri dini vazifelerin ücretle yapılmasını caiz görmemişlerdir. Üstelik bu görevleri yürüten kişilere hazineden ücret veriliyor; ihsanda bulunuluyor, onlar da bunlarla geçimlerini temin ediyorlardı. Daha sonra atiyyelerin eksilmesi, yardımların azalması, bundan da önemli olan; Kur’an talimine karşı rağbetin azalması sebebiyle bu dini vazifeleri yürüten kişiler, tabii olarak kendi geçimlerini temine koyuldular.
Bu durumu yakından gören müteahhirin Fukaha, bu halin, Kur’an’ın kalplerden silinmesine, dolayısıyla da İslam’ın kaybolmasına (inkırazına) sebep teşkil edeceğinden ücretle Kur’an okutulmasına ve dini vazifelerin yürütülmesine cevaz vermişlerdir.114
Görüldüğü gibi, insanların örf’ü zamanla değişmektedir. Bu değişiklik hadisesi tedrici bir şekilde meydana gelir. Tedrici olarak değişen örfü göz önüne alarak konulan ahkam da tedrici olarak değişir.
1.2.5. Tedric- Maslahat İlişkisi
İstikra (tümevarım) ve nasslarla sabit olmuştur ki, İslam hukukunun bütün hükümleri insanların maslahatlarını (faydalarını) ön plana almıştır.115 Nitekim Kur’an’da, “seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”116 ve “Ey İnsanlar! Size Rabbinizden bir öğüt gönüllere bir şifa ve hidayet, mü’minlere bir rahmet gelmiştir.”117 buyurulmuştur. Hz. peygamber, “Bu din çok sağlamdır. Onun icablarını kolayca yerine getirin ( nefsinizi Allah’ın ibadetlerinden usandırmayın ); çünkü binit hayvanı dermandan kesilmiş olan kimse ne bir yer kat’eder, ne de binecek bir sırt bırakır.”118 ve “Kim bu dini güçleştirirse, onu din mağlub eder; fakat siz kolaylaştırınız ve mutedil olunuz,119 buyurarak İslam’ı kulun maslahatına uygun şekilde takdim etmeyi emretmiştir.
Kulun maslahatını gözetme bütün semavi dinlerde var olan bir esastır. Semavi dinlerdeki şer’i hükümleri incelediğimizde - hüküm gerek kolaylaştırılmış olsun gerekse zorlaştırılmış olsun - kulun menfaatine uygun olduğunu görürüz. Mesela; ”Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekil de cezalandırdık. Biz, şüphesiz doğru söylemekteyiz.”120 ayetinde Yahudilerin ağır tekliflere muhatap oldukları ifade edilmektedir. Bu ağır teklifin sebebi, onların dalmış oldukları şehevi arzulara ket vurmaktır.121 Çünkü o zamanki şartlar, Hz. Musa’nın şeriatını ruhsatlar üzerine değil de, katı bir şekilde azimetler üzerine kurulmasını gerektiriyordu.122
Maslahattan sadece dünyevi menfaatler anlaşılmamalı. Kulun ahiret hayatı da göz önünde bulundurulmalıdır. Yukarıdaki misalde göz önüne alınan ahiret maslahatıdır. Hatta ahiret maslahatı daha önemlidir. Çünkü, “ahiret dünyadan daha hayırlıdır.”123
Yahudilerle alakalı bu hüküm daha sonra Hz. İsa ile kaldırılmıştır. Burada hedefe ulaşmak için tedrici olarak zordan kolaya doğru bir usul uygulanmıştır.
Kur’an-ı Kerimin tedrici bir şekilde nüzul ve teşrii başlı başına kulların maslahatını gözeten bir hadisedir. Yine içindeki hükümlerin de kulların faydasını temin ettiğini görüyoruz. Bu konuyu işlerken verdiğimiz misaller anlattığımız mesele için de geçerlidir. Tekrar veya benzerlerini anlatarak hacmi genişletmek istemiyoruz.
Hz. Peygamber kulların maslahatını gözetme prensibini de her zaman uygulamıştır. Kendi sünnetinde peygamberlik vazifesi müddetince, değişen ve gelişen şartlara göre, içinde bulunulan durumun gerekleri göz önüne alınarak kulların maslahatına uygun verilmiş hükümlerin misalleri mevcuttur.
Sahabe ve Tabiin devrinde de müctehidlerin maslahata göre verdikleri hükümler vardır. Hz. Peygamberin verdiği bir hüküm sonraki devirlerin maslahatına uygun olmadığı için o devre uygun hükümler verilmiştir. Bazen da sahabe devrinde onlarca uygulamaya konulmuş bir hüküm tabiun devrindeki maslahata uygun olmadığı için Tabiilerce değişik bir hüküm uygulamaya konulmuştur. Hz. Peygamber, sahabe ve tabiun devrinde maslahatı gözeten hüküm ve içtihatların çok sayıda misalleri mevcuttur. Ancak biz burada bir kaçı ile yetineceğiz:
1- Hz. peygamber huzuruna içkili bir adam getirilince orada bulunanlara “vurun” derdi, onlar da pabuç, hurma dalı, bez gibi şeylerle bir miktar vurarak içki içme fiilini cezalandırırlardı. Hz. Ebu Bekir bu darbelerin kırk civarında olduğunu tespit ederek içme cezasını kırk sopa olarak belirledi. Hz. Ömer devrinde bu müeyyide (yaptırım) kafi gelme- miş, içenler çoğalmıştı. Halife yaptığı istişareler sonunda cezayı seksen sopaya çıkardı.124
2- Kaybolmuş develer hakkında bir soruya Hz. Peygamber: “Deveyle senin ne işin var; onun su depo edecek yeri, sağlam ayakları vardır; sahibi onu buluncaya kadar suya gelir, otlar...” cevabını vermişler, kayıp develerin yakalanıp alıkonmasını yasaklamışlardı.125
Hz. Ömer devrinde de durum böylece devam etti. Hz. Osman kendi hilafeti zamanında ahlakın bozulmaya yüz tuttuğunu, bu sebeple serbest dolaşan kayıp develerin, haksız olarak el konup zayi edileceğini düşünerek bunların ilan edildikten sonra satılmasını, sonra sahibi çıkınca parasının ona verilmesini emretti. Hz. Ali kendi devrinde kayıp develerin serbest bırakılmaması içtihadında Hz. Osman’a uymakla beraber satılmasını, deve sahibinin aleyhine olabileceği düşüncesiyle önlemiş, bunlar için bir ahır yaptırarak sahipleri ortaya çıkıncaya kadar beytu’l-mal’dan beslenilmelerini emretmiştir.126
3- Yemame savaşında bir çok kurra sahabilerin ölümü üzerine Hz. Ömer, Kur’an’ın zayi olacağından endişe eder ve Halife Ebu Bekir’e, cüz’ler halinde bulunan Kur’an-ı Kemin bir mushaf şeklinde toplanması teklifinde bulunur. Halife Ebu Bekir, “Hz. Peygamberin yapmadığı işi nasıl yapaparız?” diye sorar. Hz. Ömer de, “Vallahi bu hayırlı bir iştir.” der. Kısa bir süre sonra Hz. Ömer’in teklifine gönlü razı olan Halife Ebu Bekir, bu vazifeyi, Zeyd b. Sabit’e verir. O, “Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi siz nasıl yaparsınız?” diye sorduğu zaman Halifenin cevabı, ”Vallahi bu hayırlı bir iştir” demek olur.127
İşte Kur’an’ın bir mushaf haline getirilmesi için Hz. Ömer ve Halife Ebu Bekir’in verdiği bu karar ve onu fiilen uygulamaları, hakkında nass bulunmayan bir maslahatı gözetmiş olmalarından başka bir şey değildir. Bu maslahat da, Kur’an’ın aynen muhafaza edilmesi ve dosdoğru bir şekilde gelecek nesillere ulaşmasını sağlamaktır.128
4- Hz. Peygamber; “ Benden, Kur’an’dan başka bir şey yazmayın, kim böyle bir şey yazmışsa onu silsin.”129 buyurmuş, bu sebeple gerek O’nun devrinde, gerekse sahabe devrinde, kendilerine izin verilmiş bir kaç zat dışında hadisleri yazan olmadığı gibi, toplayıp tedvin eden de bulunmamıştır. O zaman hadisin Kur’an ile karıştırılmasından ve insanların Kur’an’ı ihmal etmelerinden korkuluyordu.130
Tabiun devrinde bu mahzur kalktığı gibi, bir taraftan hadislerin zayi olma endişesi, diğer taraftan da hadis uydurmacılığının başlamış bulunması, gerçek hadislerin yazılarak toplanmasını zaruri kılıyordu. İşte bu sebeple adı geçen devrin sonuna doğru hadis tedvini resme başlamıştır. Bu vazife kendisine verilen şahıs, meşhur tabiun alimlerinden Zühri’dir.131
Misalleri çoğaltmak mümkündür. Netice olarak; İnsanların faydasına olan şeyler zaman ve mekana göre değişmektedir.132 Her durum yeni bir hükmü ve insanın o hükme uyması neticesini doğuracaktır.133
Şartların değişmesi, kulun maslahatına olan şeyleri ve durumları da değiştirmektedir. Tedrici olarak değişen bu zaman ve mekan şartları, kulun maslahatını gözeten hükümlerin de tedrici olarak değişmesini netice vermektedir.
Bu konuda tekamüle doğru giden tedrici bir olgunlaşmadan bahsedemeyiz. Buradaki tedric hadisesi içinde bulunulan şartlara göre bir değişikliğin ifadesidir. Şartlar tedrici olarak değiştiğinden, hükümler de tedrici olarak değişir.
Do'stlaringiz bilan baham: |