canını çıkarmış, dostum. Olsun, ikiniz de şu dağı tırmanacak kadar formda
sınız.”
“Senin dağı diyorsun?”
“Bu kısmı benim sayılır, evet. Ama Idriss bütün dağı kendinin sanıyor.
Ukala! Gelin, size bir sarılayım. Sonra etrafı gezeriz.”
Son iki basamağı çıktım ve kendimi bir et yığınının arasında buldum.
Tarun yine fotoğrafımızı çekti. Khaled beni bıraktığında içtenlikle Abdullah’ın
elini sıktı ve bizi içeri buyur etti.
“Karla nerede?” diye sordum.
“Sizinle patikada buluşacakmış. Galiba koşuya çıktı. Aklım toplamaya ihti
yacı var tabii. Huzurunu bozan ben miyim sen misin bilmiyorum ama paramı
sana yatırırdım, eski dostum.”
Büyük, eski evin holü epey genişti. Sağda ve solda merdivenler vardı ve
girişteki odalara kemerlerin altından geçerek ulaşılıyordu.
“Burası bir İngiliz’inmiş. Muson mevsiminde burada inzivaya çekiliyor-
muş,” diye anlattı Khaled.
Bu arada salona girmiştik. Duvarlar kitap raflarıyla kaplıydı. İki tane yazı
masası ve rahat deri koltuklar vardı.
“Sonra bir iş adamı satın almış ama burası ulusal park ilan edilince beledi
yeye satmak zorunda kalmış. Zengin bir arkadaşım, aynı zamanda öğrencim
olur, evi şehir meclisinden birkaç yıllığına kiraladı ve bana verdi.”
“Öğrencin mi?”
“Evet.”
“Ah, anladım. Onlara ölümden döndüğünde arkadaşlarını aramamayı öğ
retiyorsun herhâlde?”
“Çok komik, Lin,” dedi şişmanlığından bahsederken kullandığı kayıtsız ses
tonuyla. “Ama neden ihtiyatlı davranmam gerektiğini anlarsın diye düşünü
yorum.”
“Sikmişim ihtiyatını! Ölmemişsin, Khaled ve ben bunu yeni öğreniyorum!
Neden?”
“Hiçbir şey düşündüğün kadar basit değil, Lin. Hem burada öğrettikle
rimin dış dünyayla bir ilgisi yok. Ben burada sevgiyi öğretiyorum. Öncelikle
de insanlara kendilerini sevmeyi öğretiyorum. Bazıları için bunun hiç
kolay
olmadığını duymak seni şaşırtmaz sanırım.”
Salondan geçip Fransız kapıları açtık ve evin bütün ön cephesini kaplayan
balkona çıktık. Burada birçok hasır koltuk ve aralarında minik, camlı sehpalar
vardı.
Tavanda ağır ağır dönen pervaneler saksılardaki palmiyelerin yapraklarını
hışırdatıyordu. Bir duvar cam panellerle kaplıydı ve bakımlı gül çalılıklarıyla
dolu, İngiliz tarzı bir bahçeye bakıyordu.
İki genç ve güzel Batılı kız uzun tunikleriyle yanımıza geldi ve ellerini kalp
lerinin önünde birleştirerek Khaled’i selamladılar.
“Oturun, lütfen,” dedi Khaled hasır koltukları işaret ederek. “Ne içersiniz?
Sıcak, soğuk?”
“Soğuk,” dedi Abdullah.
“Ben de.”
Khaled, kızlara başıyla işaret etti. Gözden kaybolmadan önce birkaç adım
geri geri yürüdüler. Khaled arkalarından baktı.
“Bugünlerde iyi yardımcılar
bulmak zor,” diye iç çekti bir koltuğa otu
rurken.
Tarun hâlâ yanımızda not alıyordu.
“Neler oldu?” diye sordum.
“Neler mi?” Khaled uzaklara daldı.
“Seni son gördüğümde yerde ölü bir deli vardı ve sen silahsız olarak bir kar
fırtınasının içine daldın. Ve şimdi buradasın. Neler oldu?”
“Ah, anladım,” dedi gülümseyerek. “Yine başa döndük.”
“Evet. Dönelim zaten.”
“Biliyor musun, Lin? Son görüşmemizden beri daha sert bir adam ol
muşsun.”
“Belki öyledir, Khaled. Ya da belki gerçeklere önem veriyorumdur.”
“Gerçekler,” diye dalga geçti.
Hâlâ not alan Taruria baktı. Asistan, Khaled’le göz göze geldiğinde
derin
bir iç çekip defterini kaldırdı.
“Pekâlâ. İşte gerçek,” dedi Khaled. “Afganistan’dan geçtim. Yürüyerek.
İnsan ölümü umursamadığında kilometrelerce yürüyebiliyor. Daha doğrusu,
kendini sevmediğinde.”
“Sonra?”
“Pakistan’a gittim. Yine yürüyerek tabii.”
Do'stlaringiz bilan baham: