Kemerli avlu sarı ve kırmızı alevlerle titreşiyordu. Evin bir tek iskeleti ayak
taydı. Yakında o da çökerdi.
Kabullenemiyordum. Kabullenmek istemiyordum. Sonsuza dek ayakta ka
lacağını sandığım o ev alevlere teslim olmuştu.
Başımı çevirdiğimde Abdullah’ı gördüm. Caminin yakınındaki açık
alanda
tek dizinin üzerindeydi. Kucağında çocuk kral Tariq vardı. Etraflarını saran in
sanlar huşuyla geri çekiliyordu. Abdullah çocuğu usulca sallıyordu ama Tariq’ın
başı mezara doğru düşmüştü çoktan. Genç, güçlü kolları
zaman okyanusunda
dalgalanan yosunlardı.
Kavga bitmişti. Polis saygısını göstermek için barikatını biraz öteye kurdu.
İnsanlar ölen çocuğun giysilerine dokunmak için yaklaştı.
“Nazeer?” dedim Abdullah’a, yas tutanları geçip yanma ulaşabildiğimde.
“Onu gördün mü?”
Abdullah ayağa kalkamamıştı hâlâ. Ağlıyordu. “Çocuğun üzerine kapan
mıştı. Ölmüştü. Yanıyordu. Onu çıkaramadım.”
Abdullah da can çekişiyordu. İkimiz de biliyorduk bunu. Khaderbhai’ye ca
nını siper etmeye söz verdiği çocuk ölmüştü. Dizindeki gevşek vücut yırtık bir
bayrak gibiydi. Abdullah ölse de durmayacaktı bundan sonra. Tariq’la Nazeer’i
öldürenlerin gözlerinde yeniden dalgalandırmadan o bayrağı, gözlerini yum
mayacaktı.
“Öldüğünden emin misin?” diye sordum.
Bana bakarken gözlerinden İran’ın bozkırları geçti.
“Tamam, tamam,” dedim. Tek çarem kabul etmekti. Başka bir şey yapama
yacak kadar şoktaydım çünkü.
Nazeer bir dikilitaştı oysa. Herkes öldükten çok sonraları size onların
hikâyesini anlatan adamdı.
“Onu bulduğunda ölmüştü yani?” diye yineledim titreyen sesimle.
“Evet. Sırtı tamamen yanmıştı. O olmasaydı Tariq’ı da tanıyamazdım.
Vurulmuşlardı, Lin. Muhafızları yanlarında değildi.”
Ölen krala dokunmak isteyen insanlar sonunda beni bir kenara itti. Hiçbir
polis şeridinin durduramayacağı kalabalığın arasında yolumu bulmaya çalış
tım. Daracık yollardan insanlar akın ediyordu. Yine o bisiklet ve el arabası
dağına tırmandım. Ravi motorların yanındaydı.
“İyi ki geldin,” dedi. “Yoksa motoru bırakacaktım. Bu gece kıyamet ko
pacak.”
Kıyamet ateş ve öfke ise, haklıydı. Yer yerinden oynamış, insanlar kont
rollerini kaybetmişti. Malikânedeki cinayetler ve halkın değer verdiği
bir ca-
618 ■
Gregory David Roberts
minin tehlikeye atılması şehirdeki bütün kurt sürülerini harekete geçirecekti.
Hoşgörüyle güzelleşen Ada Şehri artık güvenli bir yer değildi.
Karla neredeydi acaba?
Zincirin asma kilidini açtım. Motorlarımızı serbest bıraktım ve Colaba’ya
döndük. Ravi, Metro Kavşağı’nda kardeşleriyle buluşmak için benden ayrıldı.
Amritsar Otel’in merdivenlerin ikişer üçer çıktım.
“Bu ne hâl?” diye seslendi Jasvvant arkamdan.
Tişörtüm kavganın bir noktasında yırtılıp üzerimden çıkmıştı. Yeleğim is
lekeleriyle kaplıydı. Çıplak kollarım ve gövdem kir ve toza bulanmıştı.
“Karla’yı gördün mü?” diye sordum.
“Yarışa gitti.”
“Sağ ol.”
“Kıçıma dönmüşsün, baba.”
Karla’nın geceki efsanevi yarışı nereden izleyeceğini öğrenmem gerek
ti. Tahminim, parkurun en tehlikeli dönemecini tercih edeceği yönündeydi.
Kaderle ölümün bir piknik sepetiyle yarışı birlikte izleyeceği yerde olacaktı.
Oraya ulaşmak kolay değildi. Polis teyakkuza geçmişti. Dört kontrol nokta
sında, sırf bıçaklarımı yanımda tutabilmek için rüşvet vermek zorunda kaldım.
Hindistan’ın
her yerinde, Bombay gibi hoşgörülü bir şehirde bile, halkın
ahenginin bozulması binlerce cana mal olabilir. Polis sokakları kapamıştı. Bir
caminin yanmasına ramak kalmıştı ve bundan Hindular sorumlu tutuluyordu.
Tahmin ettiğim noktaya ulaştığımda yarış başlamıştı.
Trafik polisleri Null
Çarşısı’ndaki bir olaya müdahaleye çağrılıyordu.
Do'stlaringiz bilan baham: