Sonuç ve Değerlendirme
Türkiye’de dil reformuna ilişkin yapılan yorumların, geleneksel ezberlerin
tahakkümünden kurtulduğunu söylemek bugün bile güçtür. Dil reformunu,
devletin ve aydınların dilini halkın diliyle birleştiren bir köprü olarak gören seküler
cumhuriyetçi kesimin temel iddiası, dil reformuyla birlikte yazı dili ile konuşma dili
arasındaki uçurumun kapatıldığı; böylece, daha önce belirli zümrelerin tekelinde
olan bilim, kültür ve sanatın, daha geniş kitleler için ulaşılabilir hale getirildiği ve
böylece ülkenin geri bırakılmışlığının önündeki dil engelinin bertaraf edildiği
yönündedir. Dil reformu, ayrıca, muasır dünyanın kavramlarını karşılamakta
yetersiz kalan Arapça ve Farsça unsurların yerine öz Türkçe kelimeleri ikame
ederek dili zenginleştirmiştir.
Bu görüşün temsilcilerinden biri olan Tahsin Yücel’e göre, dil reformunun
ana gayesi, çok zor erişilen Osmanlı Türkçesi’nin yerine konuşulan dilden yola
çıkarak yazılı ve sözlü bir kültür dilinin ikame edilmesidir. Zira mevcut yazı dili,
Batı kültürünün kazanımlarını yansıtmakta yetersiz kalmaktadır (Yücel, 2000: 17-
18). Yücel, reformun gayesine ulaştığının kanıtı olarak, Saussure, Lévi- Strauss,
Foucault ve Barthes gibi yazarların eserlerinin Osmanlı Türkçesi terimlerine
başvurulmadan Türkçeye çevrilmiş olmalarını gösterir. Yine yazarların
eserlerindeki Türkçe sözcük oranının bariz bir biçimde artması, reformun başarılı
olduğunun temel göstergelerdendir (Yücel, 2000: 25). Dil reformunun ateşli
savunucularından biri de Ömer Asım Aksoy’dur. Aksoy, Birinci Türk Dili
Kurultayı’nın yapılışının 30. yılında, 1962’de neşredilen Dil Üzerine Düşünceler
Düzeltmeler başlıklı eserinde reformla birlikte Türkçenin dil hazinesinde gizli kalan
kırk-elli bin kelimenin ortaya çıkarıldığını ifade eder. Bunun yanı sıra, birçoğu
Arapça kökenli bilim terimlerinin Türkçeleşmesinin yolu açılmış ve beş-altı bin
Türkçe bilim terimi gelecek nesillerin kullanıma bırakılmıştır (Aksoy, 1962: 51).
Dil reformunun, geçmişle olan irtibatı koparan bir paravan olduğunu öne
süren muhafazakârların eleştirileri ise reformun, mazinin mirasıyla bezenen
Türkçeyi bir keşmekeşin içine attığı biçimindedir. Dil reformunun İslam’a yönelik
menfi bakış açısı, artık Türkçeleşen Arapça kökenli kavramların dilden atılmasına
da bahane olmuştur. Özleştirme adı altındaki bu keyfi müdahaleler, Türkçenin
466
bağışıklık sistemini çökerterek, uydurulan kelimelere dayanan, geçmişine yabancı
ve zevksiz bir dilin peyda olmasına zemin hazırlamıştır.
Dil reformuna eleştirel yaklaşan muhafazakâr isimlerden biri Nihad Sâmi
Banarlı’dır. Banarlı’ya göre, î eki gibi Arapça eklere ya da Türkçeye yerleşen
Arapça dil öbeklerine olan alerjinin tek sebebi, Kur’an’ın -yani İslam’ın- dilinin
Arapça olmasıdır (Banarlı, 2014: 266-267). Banarlı, dil reformunun dili bir alay
konusu haline getirdiğini, dünyanın belki de en zevkli dilinin uydurulan
kelimelerle çetrefilli ve çarpık bir forma soktuğunu iddia eder (Banarlı, 2014: 277).
Dil reformuna mesafeli duran isimlerden bir diğeri de Mehmet Kaplan’dır. Kaplan,
öz Türkçe kullananların hemen hemen hepsinin tarihe ve dine karşı cephe alan bir
geleneğin temsilcileri olduklarını belirtir. Kaplan’a göre, kendi uydurdukları
ütopyada yaşayan bu kimseler arasında aşırı solcular çoğunluktadır (Türk Dili,
1956: 667). Bu noktada, hem Banarlı’nın hem de Kaplan’ın dil reformunu tatbik
edenler ile Atatürk arasında bir çizgi çektiğini ve Atatürk’ün öz Türkçeciler
tarafından istismar edildiğini söylediklerini vurgulamakta fayda vardır.
Yukarıda, Yücel ve Aksoy ile Banarlı ve Kaplan üzerinden örneklenen
yorumlar, dil reformuna dair tartışmaların iki ana akımı olarak günümüze kadar
gelmişlerdir. Dil reformu konusunda geçmişten günümüze kadar gelen bu
düşünsel cephelerin, reforma dair sıhhatli bir değerlendirme yapmayı
zorlaştırdığını da ifade etmek gerekmektedir. Çünkü dil reformu, bu konudaki
hâkim iki görüşün/cephenin tartıştıkları düzlemde; amiyane tabirle söylemek
gerekirse “bizi geri bırakan Arapçadan kurtulmak” ile “Müslümanların dilinden
vazgeçmek” dikotomisi üzerinde tartışılacak bir konu değildir. Her şeyden önce,
Cumhuriyet’in kurucu kadroları için dil reformunun salt bir lisan meselesi
olmadığının altı bir kez daha çizilmelidir. Ulus-devlet yapılanmasının bir gereği
olarak Cumhuriyet, dil meselesini uluslaşma ve muasırlaşmayla kurulan ontolojik
irtibatı
sağlam
temellere
oturtacak
sacayaklarından
biri
şeklinde
değerlendirmiştir. Çalışmamızın temel iddiası açısından kritik olan nokta da
burada
belirmektedir.
Bu
nokta,
gerek
Cumhuriyetçilerin
gerekse
muhafazakârların dil reformu konusunda verdikleri reaksiyonların sorunlu
taraflarını gösteren bir turnusol kâğıdı gibidir.
Dilde sadeleşme tartışmalarının Osmanlı İmparatorluğu’nun kapsamlı bir
dönüşüm sürecine girdiği Tanzimat ile birlikte başladığına daha önce de
değinilmişti. Nitekim Tanzimat idarecileri de -tıpkı Cumhuriyet kadroları gibi-
toplumun bilgi ve kültür düzeyindeki yükselişin sade bir dille mümkün
olabileceğine inanıyorlardı. Başka bir deyişle, toplumun kültürel dönüşümünün
önemsenmesi, asla Cumhuriyet’le keşfedilmiş bir sorun değildi. Bu daha çok,
Gellner’in (1992: 32) de ifade ettiği gibi “…standartlaştırılmış bir okuryazarlığın
kültürel ve düşünsel birikimin merkezîleşmesine olanak sağlaması” ile alakalı bir
sorundu. Bu yüzden heterojen bir İmparatorluk’tan merkezî bir ulus-devlete
geçiş sürecinin henüz ilk basamağındaki Tanzimatçılar (ve Meşrutiyet dönemleri
467
yazarları) da dilde bir reformun gerekliliğini tartışıyorlardı; ilk olarak Cumhuriyet
kadroları değil.
Bu tartışmalardan beslenen Cumhuriyet kadrolarının tek farkı, ulus-devlet
düşüncesinin kuvveden fiile geçirilmesi sürecinde dil reformunun ivedilikle
uygulanması gerektiğine yürekten inanmaları; reformları kurumsal bir
örgütlenme (TDTC) ile beraber bir devlet politikası haline getirmiş olmalarıydı.
Gerçekten de, TDTC’nin kurulması ve hemen akabinde yapılan Birinci Türk Dil
Kurultayı’nı birer mihenk taşı olarak ele almaya imkân veren de onların bu
özelliğiydi.
Cumhuriyetçilerin dil reformunun devlet ve aydınların dili ile halkın dili
arasındaki uçurumu bertaraf ettiğine dair görüşlerinde ise kısmen haklılık payları
bulunmaktadır. Lewis’in (1999: 140) ifade ettiği gibi, uçurum eskisi kadar büyük
değilse de yine de hâlâ varlığını muhafaza etmekteydi ki bunun da doğal
olduğunun altı çizilmelidir. Bir entelektüelin ilgilendiği alan(lar)a özgü
terimlerden vazgeçmesini kimse beklememekteydi. Beklenen, gündelik hayatta
kullanılan Arapça ve Farsça ifadelerin terk edilmesiydi. Bunda da belli oranda
başarılı olunmuştu. Geçmişe nazaran basitleşen resmî dilin halka doğru bir eğilim
göstermesi de yalnızca Cumhuriyet’in kerametinden değil, İmparatorluk nizamı
yerine ikame edilen ulus-devlet kurumlarının toplum içinde daha görünür ve
algılanabilir bir nitelik kazanmasıyla alakalıydı.
Ulus-devlet örgütlenmesinin icap ettirdiği yeni referans noktalarını
ıskalayan bir dil reformu okuması muhafazakârların da temel sorunudur.
Muhafazakârlar, dil reformunu yalnızca Cumhuriyet’in bir ürünü olarak
addetmekte; reforma giden yoldaki Osmanlı birikimini ihmal etmektedirler.
Unutmamak gerekir ki, Türkiye’deki İslamcılar için simgesel bir önemi olan II.
Abdülhamid devrinde dahi dilde sadeleşme hareketleri akamete uğramadan
devam etmiştir. Hakeza dil reformunun, dönemin ulus-devletleşme sürecindeki
neredeyse tüm devletlerin ajandalarında yer alan öncelikli başlıklardan biri
olduğunu da hatırlamak gerekir. Bu kapsamda yapılan reformların sadece Türkiye
Cumhuriyeti’ne mahsus bir faaliyet olmadığını, dünyada da örneklerinin
bulunduğunu vurgulamakta yarar vardır. Öte yandan, dil reformunun geçmişin
izlerinin silinmesine mihmandarlık yaptığı önermesinin de kısmen haklı boyutları
olsa da bunun tamamen doğru olduğunu söylemek zordur. Birinci Türk Dil
Kurultayı’nda sunulan bazı metinlerin (örneğin, Samih Rifat ve Reşit Galip’in
konuşmaları gibi) maziyi antagonist bir üslupla ele aldıkları vakıadır. Ancak bu
tavrın geçmişe olan nefretten kaynaklandığını iddia etmek indirgemeci ve tek
düze bir yaklaşım olur. Cumhuriyet için asıl önemli olan eskinin ilgasından ziyade,
muasırlaşma ve uluslaşmayı beraber taşıyacak müstakbel bir yeninin inşasıdır.
Dil reformu ile birlikte Türkçenin, masa başında uydurulmuş kelimeler
tarafından istila edildiği de kısmen söylenebilir. Çünkü Birinci Türk Dil
Kurultayı’nın ardından başlayan söz derleme ve tarama çalışmalarının bir
semeresi olan Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu’nda, yabancı kökenli
468
kelimelerin yerlerine önerilen Türkçe karşılıkların hepsi dilimize yerleşmemiş;
33
Arapça ve Farsça kökenli unsurlar -sayılarında azalma olmasına rağmen-
mevcudiyetlerini devam ettirmişlerdir. Bununla birlikte dilde reformun Türkçeyi
baştan sona uydurulmuş, icat edilmiş bir dil haline getirdiği düşüncesine ise
katılmak mümkün değildir.
Yukarıda da özetlenmeye çalışıldığı gibi, dil reformuna ilişkin ana akım her
iki görüşe de eleştirel yaklaşmak gerekmektedir. İmparatorluklardan ulus-
devletlere geçiş süreçlerini göz ardı ederek dil reformunu değerlendiren görüşleri
bütün olarak doğru kabul etmemek gerekir. Bu çerçeveden bakıldığında
Cumhuriyet’in dil reformu, ulus-devletleşmenin gerektirdiği devlet-millet
kaynaşmasını sağlayabildiği ölçüde bir köprü; İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e
kopuşu ima edebildiği ölçü de bir paravan olarak ele alınabilir.
Do'stlaringiz bilan baham: |