NOT:
Zarfın içinde Feride’nin defteri var. Geçen sene çiftliğe
downloaded from KitabYurdu.org
404
giderken onu, içinde bulunduğu sandıkla beraber yok etmiş,
“arabacılar çalmış
olacak,” diye bir lakırdı
çıkarmıştım. Buna çok
üzüldüğünü hissettim. Fakat sesini çıkarmadı. Bu defterin bir gün
olup işe yarayacağını
düşünmekte ne kadar isabet etmişim!
downloaded from KitabYurdu.org
405
VIII
Müjgân’la Kâmran, Çalıkuşu’nun mavi kaplı mektep defterini
okuyup bitirdikleri zaman ortalık ağarmaya başlıyor, pencerenin
dışındaki dallarda kuşlar cıvıldaşıyordu.
Kâmran, yorgunluk ve ıstırapla ağırlaşan başını defterin sararmış
yaprağına koydu. Yer yer gözyaşlarıyla silinmiş bu muhabbet
kelimelerini tekrar tekrar öptü. Defteri kapayacakları vakit Müjgân, hafif
bir hareket yaptı, onun mavi kabını lambaya yaklaştırıp bakarak:
-Defter bitmemiş Kâmran, kabın üstünde de yazılar var Fakat
mürekkebin rengi, mavi kâğıt üstünde güç seçiliyor, dedi.
Lambayı daha ziyade açtılar, başlarını birbirine yaklaştırarak
güçlükle şu satırları okudular:
“Dün defterimi müebbeden kapamıştım. Evlendiğim gecenin
sabahında değil hatıramı yazmak, eski yüzümü görmemek için aynaya
bakmaya, eski sesimi işitmemek için söylemeye cesaret edemeyecektim.
Fakat...
Dün, ben gelin oldum. Sele kapılmış bir kuru yaprak
mazlumluğuyla kendimi bırakmıştım. Kim ne söylerse yapıyor, hiçbir
şeye itiraz etmiyordum. O kadar ki, doktorun İzmir’den getirdiği uzun
etekli beyaz elbiseyi giydirmelerine, saçımın bir yanına bir tutam tel
iliştirmelerine bile razı oldum. Yalnız, kendimi görmek için büyük bir
endam aynasının önüne getirdikleri vakit, belli etmeden gözlerimi
yumdum, o kadar. Bütün isyanım bundan ibaret kaldı.
Beni görmeye birçok yabancı geliyordu. Hatta bunların içinde eski
muallime arkadaşlarımdan da vardı. Söylenen sözleri işitmiyor, yalnız
hepsine aynı titrek tebessümle gülümsemeye çalışıyordum. Bir ihtiyar,
yüzüme karşı:
-Ne talih varmış bunakta? Turnayı gözünden vurdu, dedi.
downloaded from KitabYurdu.org
406
Hayrullah Bey, akşam yemeğine doğru eve geldi. Şişman
vücudunu korse gibi sıkan bir redingot giymiş, gelincik rengindeki tuhaf
boyunbağı bir yana çarpılmıştı. O kadar mahzun olmama rağmen hafifçe
gülmekten kendimi alamadım, bu adamcağızı gülünç mevkide
bırakmaya hakkım olmadığını düşündüm. Kırmızı kravatını çıkarıp
atarak yerine başka bir boyunbağı taktım. Hayrullah Bey gülüyor:
-Aferin kızcağız, sen amma iyi ev kadını olacaksın. Gördün mü,
genç karısı olmanın faziletlerini? diyordu.
Misafirler dağılmıştı. Yemek odasının penceresi yanında, karşı
karşıya oturduk. Hayrullah Bey:
-Küçük, dedi. Niye bu kadar geç kaldım, biliyor musun? Bir
ziyaret ifa ettim. Munise’nin mezarına birkaç çiçek ile bir parça senin
gelin tellerinden götürüp bıraktım. Fakir, senin yanında cesaret
edemezdi, fakat yalnız kaldığımız vakit dilinden düşürmezdi: “Ablam
gelin olup, tel taktığı vakit, ben de tel takacağım,” derdi. Biçarenin
kanarya gibi sarı başına teli ben takacaktım amma, olmadı.
Doktor, bunları söylerken kendimi tutamadım, başımı pencereye
çevirerek bu mahzun sonbahar akşamının sisleri gibi görünmeyen
kirpiklerimde kuruyan gizli yaşlarla uzun uzun ağladım.
Gecenin ilk saatlerini, her akşamki gibi aşağı yemek odasında
geçirdik. Hayrullah Bey, gözlüğünü takmış, “Rousseau“sunun kalın
cildini dizlerinin üstüne koyarak köşeye oturmuştu.
-Gelin hanım, yeni güveyin kitap okuması caiz olmaz amma,
kusura bakmazsın. Korkma, geceler uzun, yeni geline aşk destanları
okumaya da vakit bulurum, dedi.
Kenarını işlemekle uğraştığım mendilin üstüne başımı daha ziyade
eğdim. Ah, bu ihtiyar doktor! Onu ne kadar sevmiştim. Şimdi ne kadar
nefret ediyordum. Demek acıdan, mihnetten bunaldığım vakit başımı
omzuna koydukça o... Bu beyaz kirpikli masum mavi gözler, demek
bana bir kadın, bir zevce gözleriyle bakmaya tahammül ediyordu. Saat
downloaded from KitabYurdu.org
407
on biri çalıncaya kadar bu acı düşünceler içinde bunaldım. Nihayet
doktor, kitabını masanın üstüne bırakarak gerindi, esnedi.
-Ey, gelin hanım, yatak vakti geldi. Haydi bakalım; diye ayağa
kalktı. Ellerimden iğnem, yumaklar dökülerek ayağa kalktım, masanın
üstünde duran şamdanı aldım.
Camı kapamak bahanesiyle pencereye yaklaştım, uzun uzun
karanlığa baktım. İçimden öyle geliyordu ki, usulcacık bu odadan
kaçayım, karanlık yollara düşeyim.
Doktor:
-Gelin hanım, sen fazla daldın. Haydi bakalım, doğru yukarıya.
Ben onbaşıya bir şey söyleyeceğim, geliyorum, dedi.
İhtiyar sütnine ile bir komşu kadın, elbisemi değiştirdiler. Tekrar
şamdanı elime vererek beni kocamın odasına gönderdiler. Hayrullah
Bey, daha aşağıdaydı. Bir dolabın kenarında ayakta duruyor, göğsümü
soğuktan muhafaza eder gibi kollarımı kavuşturuyordum. O kadar
titriyordum ki, şamdan sallanıyor, ara sıra saçlarımın ucunu yakıyordu.
Nihayet, merdivenlerde, sofada bir ayak sesi. Hayrullah Bey, bir şarkı
mırıldanarak ceketini çıkararak içeriye girdi. Beni görünce şaşırmış gibi:
-Kız, sen daha yatmadın mı? dedi. Cevap vermek için ağzımı
açtım. Fakat dişlerim birbirine çarptı. O, yanıma yaklaşmıştı. Hayretle
yüzüme bakıyordu.
-Kız, bu ne hal? Sen benim odamda ne arıyorsun? Birdenbire gür
bir kahkaha odayı sarstı:
-Kız, sakın buraya!...
Sözünü bitiremiyor, gülmekten tıkanıyordu. Ellerini dizlerine
vurup şakırdatarak, parmaklarını toplayıp ağzına götürerek:
-Demek sen buraya... Vay aşifte vay! Sahiden karı koca olduk diye
ha?... Tuu utanmaz, arlanmaz!... Allah cezanı versin! İnsan babası
yerindeki adama...
Oda, etrafımda fırıl fırıl dönüyor, tavanlar başıma yıkılıyordu. O,
downloaded from KitabYurdu.org
408
parmağını ısırıp utancından adeta kızararak:
-Vay fesat yürekli aşifte vay! Kız, böyle gecelik gömleğiyle odama
gelmeye utanmadın mı?
Bu dakikada kendimi görmek isterdim. Kim bilir kaç çeşit renge
girmiştim?
-Doktor Bey, vallahi, ne bileyim öyle söylediler.
-Haydi, onlar o haltı yedi, ya sen?... Dünyada her şey aklıma
gelirdi, bu yaştan sonra namus ve iffetime böyle bir yüzsüz kızın tecavüz
edeceğini zannedemezdim!
Ah Yarabbî, ne işkence! Yerlere giriyor, kanatacak gibi
dudaklarımı ısırıyordum. Ben kımıldadıkça, o yalandan şirretlik ediyor,
pencereye doğru kaçıp fanila gömleğinin yakasıyla boynunu saklayarak:
-Kız, üstüme gelme, korkuyorum. Vallahi pencereyi açar, yetişin a
dostlar, bu yaştan sonra bana...
Ötesini dinleyemeden kapıdan kaçıyordum. Fakat bilmem ne oldu,
birdenbire döndüm. Kalbimin o daima itaat edilmek lazım gelen
hareketlerinden biriyle:
-Babam, benim babam, diye feryat ettim, ağlayarak kendimi
kollarına attım.
O da kollarını açmıştı, aynı derin kalp feryadıyla:
-Kızım, çocuğum, dedi.
O dakikada alnımda titreyen baba öpücüğünün lezzetini ölünceye
kadar unutmayacağım.
Odama girdiğim zaman hem ağlıyor, hem gülüyordum. O kadar
gürültü ediyordum ki, doktor yanımdaki odanın duvarını vurdu:
-Kız, evi yıkacaksın, o ne gürültü? Fesatçı komşular kabahati bana
bulurlar. Bunak, sabaha kadar gelini bağırttı, derler ha! diye seslendi.
Mamafih kendi de benden az gürültü etmiyordu. Odasında
dolaşıyor:
-Bu ahir zaman kızlarından ırzımız, iffetimiz sana emanet Yarabbî!
downloaded from KitabYurdu.org
409
diye şirret bağırıyordu. O gece, on defa, o odasında, ben odamda uyanık;
duvarları vurarak, horoz, kuş, kurbağa taklitleri yaparak birbirimizi
uyutmadık.
İşte, gelin olduğum gecenin hikâyesi. Doktorcuğum o kadar temiz
hisli, temiz yürekli bir adam ki, bana evlenmemizin bir sözden ibaret
olduğunu söylemeyi bile lüzumsuz görmüştü. Ben, ona nispet ne kadar
koket ruhluymuşum, Yarabbî?
Ulvi arkadaşlığımızda o, erkekliğini unutmuştu. Fakat, ben
kadınlığımı unutmamıştım. Erkeklerin büyük kısmı çok fena, çok zalim,
bu muhakkak. Kadınların hepsi iyi, hepsi mazlum, bu da muhakkak.
Fakat erkeklerin, sade kalbiyle ve dinamiğiyle yaşayan pek az kısmı var
ki, onlardaki gönül temizliğini her kadında bulmak mümkün değil.
Feride, o gece sabaha doğru uyuyabilmişti. Akşamkinden daha
kırgın ve yorgun bir halde uyandığı vakit, güneşin hayli yükselmiş,
saatin on biri geçmiş olduğunu gördü. Mektebe geç kalan çocuklar gibi,
hafif bir telaş çığlığı ile kendini yataktan attı.
Müjgân, sofrada bir işle meşguldü. Feride, dargın bir sesle:
-Aferin sana Müjgân, dedi. Yola çıkacağım gün niye beni böyle
geç bıraktınız?
Müjgân, her günkü soğukkanlılığıyla cevap verdi:
-Birkaç defa odana geldim, o kadar yorgun uyuyordun ki,
kıyamadım. Korktuğun kadar geç değil Hem galiba vapur biraz
şüpheliymiş, Marmara’da fırtına var.
-Ne olursa olsun artık gideceğim.
-Ben de babama söyledim, senin işinle meşgul olmak için limana
indi Hazır olsun, vapur gelirse ya araba gönderirim, ya kendim gelir
alırım, dedi.
Feride, bu ayrılık gününü böyle düşünmemişti. Müjgân’ın çocukla
meşgul olduğunu, teyzelerinin her günkü gibi konuştuğunu, güldüğünü
gördükçe mahzun oluyor, kendine bu kadar az ehemmiyet vermeleri
downloaded from KitabYurdu.org
410
kalbini kırıyordu. Kâmran da görünürlerde yoktu. Müjgân, söz arasında
gizlice:
-Feride, sana bir iyilik ettim. Kâmran’ı evden uzaklaştırmaya
muvaffak oldum. Seni fazla mustarip etmemek için bu fedakârlığa razı
oldu.
-Şimdi hiç gelmeyecek mi?
-Galiba iskelede seninle vedaya gelecek... Tabii memnun oldun.
Gözleri dalgın, hafifçe dudakları titreyerek düşünüyor, parmağıyla
şakağının ağrıyan bir noktasına basıyordu:
-Tabii, teşekkür ederim, iyi ettin, dedi.
Müjgân’a bir sürü kırık, manasız kelimelerle teşekkür ederken
sevgili çocukluk arkadaşının da gönlünde müebbeden öldüğünü, bir daha
onunla barışmayacağını hissediyordu.
Öğle yemeğine oturacakları vakit, komşu bağlarının birinden haber
geldi. Şehirde kışlık evlerine inmeye hazırlanan belediye reisleri, hem
bağ komşularına, hem Feride’ye son bir ayrılık ziyafeti vermek
istemişlerdi.
Feride:
-Nasıl olur? Beni almaya gelecekler, diyordu. Teyzeler:
-Ayıp olacak Feride, beş dakikalık yer. Zaten, senin ne hazırlığın
var ki, çarşafını şimdiden giyersin, dediler.
Kendisine evvela bir hasta kedi kadar ehemmiyet vermeyen
teyzelerin, bu yarı annelerinin yüzüne bakmamak için başını önüne
indirdi:
-Peki, olsun, dedi.
Saat üçe gelmişti, yaprakları sararmış bir çardağın yanından yolu
gözleyen Feride, Müjgân’a:
-Bir araba geliyor, Müjgân, zannederim benim için, dedi.
Fakat tam bu dakikada, sahildeki bir ağaçlığın az ötesinden
birdenbire bir vapur görünmüştü.
downloaded from KitabYurdu.org
411
Feride, yüreği ağzına gelerek:
-Geliyor! diye haykırdı. Bağa bir telaş düştü. Yeldirmeleri
getirmek için ahretli kızlar koşuyorlardı. Feride, teyzelerine:
-Ben, daha evvel gideyim, siz yetişirsiniz, dedi.
Müjgân’la beraber bağların arasındaki kestirme bir yoldan
koşmaya başladılar. Çitlerden atlıyor, bahçelerin içinden geçiyorlardı.
Bahçe kapısının önüne aşçıya tesadüf ettiler. İhtiyar kadın:
-Küçükhanımlar, ben de size geliyordum. Beyler araba ile geldiler,
sizi istiyorlar, dedi.
Aziz Bey’le Kâmran, onları ikinci katın sofasında karşıladılar.
Aziz Bey, eliyle odayı göstererek:
-İki münasebetsiz misafir geldi, gürültü etmeyin, dedi. Sonra,
Feride’yi süzerek:
-Bu ne hal küçükhanım, kan ter içinde kalmışsın? dedi. Sonra
gülerek ona yaklaştı, çenesinden tutup gözlerine bakarak:
-Vapur geliyor amma sana hayrı yok. Kocan razı olmuyor. ..
Feride, süratle geri çekilerek, şaşkın şaşkın:
-Enişte, ne diyorsun? dedi.
-Kocan o kızım, ben karışmam!
Feride, hafif bir feryatla ellerini yüzüne kapadı. Düşecekti, fakat
bir el bileklerinden tuttu. Gözlerini tekrar açtı... Kâmran’dı.
Azız Bey, heyecanlı bir kahkahayla:
-Ha şöyle, nihayet kafese girdin mi Çalıkuşu? Haydi bakayım,
çırpın bakalım, çırpın! Bak, artık para eder mi?
Feride, yüzünü kapamak istiyor, fakat bileklerini Kâmran’dan
kurtaramıyor, başını sallamak için kıvranıyor, onun göğsünden,
omzundan başka bir yer bulamıyordu. Aziz Bey, aynı heyecanlı bir
kahkahayla:
-Etrafındakiler sana tuzak kurdu, Çalıkuşu; bu Müjgân haini
esrarını sattı. Allah gani gani rahmet eylesin, merhum senin defterini
downloaded from KitabYurdu.org
412
Kâmran’a göndermiş. Ben onu aldığım gibi Kadıya gittim. Kaleminden
çıkmış bazı parçaları gösterdim. Kadı, geniş kafalı adam, hemen nikâhı
kıyıverdi; anlıyor musun Çalıkuşu? Bu adam, artık kocan, seni bir daha
da bırakacağa benzemiyor.
Feride o kadar kızarmıştı ki, yüzünün rengi ela gözlerine vuruyor,
gözbebeklerinin içinde kızıl yıldızlar titreşiyordu.
-Haydi Çalıkuşu, nazlanma artık, görüyoruz ki, saadetten
bayılıyorsun, “Fena etmedin enişte, ben bunu istiyordum de!” dedi.
Aziz Bey, yarı zorla ona bu sözleri tekrar ettirdi. Sonra oda
kapısını açarak muzaffer bir kahkahayla:
-Şeriat vekilliğine sahibim efendim. Çalıkuşu, pardon Feride
Hanım namına işte şu Kâmran Bey’i evlendiriyorum. Duayı edin, biz
âmini burada deriz, dedi.
Sonra, Feride’ye:
-Nasıl Çalıkuşu? Parmak kadar yumurcak, bizi senelerce oynatırsın
ha! Gördün mü, kaç türlü hile yaptım sana? Bahçeden çocuk sesleri
geliyordu. Aziz Bey:
-Şimdi tebrikler, el öpmeler uzun sürer. Hepsi kalsın. Kendi elimle
müthiş bir düğün sofrası hazırlayacağım. Haydi oğlum, bizim
gevezeliklerimizden size fayda yok. Elbet konuşacaklarınız vardır. Şu
dar, arka merdivenlerden karını kaçır. Ta uzağa, istediğin yere kadar,
sonra beraber dönersiniz.
Kâmran, Feride’yi hemen kollarında uçurarak merdiven kapısına
koşarken Müjgân arkalarından yetişti. İki arkadaş ağlaşa ağlaşa
öpüştüler.
Gözlerinden yaş geldiğini göstermemek için gürültüyle burnunu
silen Aziz Bey, bir hatip edasıyla kolunu salladı:
-Ey benim kirazımı çalan Çalıkuşu, onu başkalarına çaldıracağın
saat çaldı gibime geliyor. Ver onu bana bakayım da hesabımız kesilsin,
dedi.
downloaded from KitabYurdu.org
413
Hâlâ ellerini, Kâmran'dan kurtaramayan genç kızı havaya kaldırıp
öptükten sonra tekrar Kâmran’ın kollarına attı:
-Bu gece seni, deniz fırtınasından kurtardık, fakat yanındaki sarı
fırtına bana daha müthiş görünüyor. Allah yardımcın olsun, Çalıkuşu,
dedi.
Dar merdivende yuvarlanır gibi, uçar gibi iniyorlardı. Kâmran,
kolunu Feride’nin belinden geçirmiş, genç kızı nefes aldırmayacak gibi
sıkıyor, avuçlarının içinde parmaklarını incitiyordu.
Merdivenin bir yerine Feride’nin eteği takıldı. Nefes nefese bir
dakika durdular. Genç kız eteğini kurtarmaya çalışırken Kâmran kesik
kesik:
-Feride, sen benim olasın! inanamıyorum. Benim olduğuna kalbimi
inandırmak için senin ağırlığını duymaya ihtiyacım var, dedi.
Dudaklarında kesik, tutuk nefesler, vücudunda derin ürpermelerle
çırpınan Feride’yi zorla -küçük bir çocuk gibi- kucağına aldı, yüzü onun
bozulmuş çarşafından uçan saçları içinde, ağırlığıyla kuvveti artmış,
hareketleriyle kanı tutuşmuş, merdivenleri inmeye başladı. Genç kız,
vücudunda bir uçuruma yuvarlananların ılık titreyişiyle kendini
bırakıyor, hem gülüyor, hem ağlıyordu. Kapının yanındaki küçük
taşlıkta yalvarmaya başladı:
-Halime bak Kâmran. Bu halle nasıl dışarı gideriz? Müsaade et, bir
dakika odama çıkayım, üstümü değiştireyim, şimdi gelirim.
Kâmran, onun bileklerini bırakmıyor:
-İmkân yok, Feride. O bir defa oldu. Seni bir kere ele geçirdikten
sonra tekrar bırakmam, diye gülüyordu.
Genç kız, artık uğraşmaya tâkati kalmamış gibi başını Kâmran’ın
göğsüne koydu, yüzünü saklayarak utana utana itiraf etti:
-Gittiğime benim de pişman olmadığımı mı zannediyorsun?
Kâmran, onun yüzünü göremiyor, yalnız çenesini, dudaklarını
okşayan, seven parmaklarına sıcak gözyaşı damlalarının düştüğünü
downloaded from KitabYurdu.org
414
duyuyordu.
Yolda, onlar hemen hemen kucak kucağa yürüyorlardı. Karşıdan
iki balıkçının geldiğini görerek ayrıldılar. Hemen hiç konuşmuyorlardı.
Yan yana yürümek saadeti onları sarhoş ediyordu.
On sene evvel Feride’yi burada ilk gördüğü bağ yoluna geldikleri
vakit Kâmran, onu hafifçe omuzlarından tuttu:
-Sen burasını belki hatırlamazsın, Feride, dedi. Genç kız, yolun
derinliklerine dikkatle bakarak gülümsüyordu.
-Bu bakışta manalar var, demek hatırlıyorsun? Feride hafifçe içini
çekti, bir eski hülyaya gülümser gibi derin, dalgın bir nazarla Kâmran’ın
yüzüne baktı:
-O dakikada ne kadar sevinmişim, unutur muyum hiç? dedi.
Genç adam, bu başın çevrilmemesi, bu gözlerin gözlerinden
ayrılmaması için onu çenesinden tuttu, ağır, derin bir sesle:
-Feride, dedi. Bizim bütün sergüzeştlerimiz burada başlıyor. Beni
dinle, öyle görüyorum ki, bu gözler artık beni anlayabilecek kadar ıstırap
çekmiş ve düşünmüş. Seni sevmeye başladığım vakit; gülmeden,
eğlenmeden başka bir şey düşünmeyen hafif, yaramaz bir kız çocuğu,
ışık gibi, ses gibi elde durmasına imkân olmayan bir Çalıkuşu’ydun.
Sana karşı derin bir zaafım vardı. Her sabah uyandığım vakit, aşkımı
kalbimde biraz daha büyümüş buluyordum. Bu derin zaaf, beni hem
utandırıyor, hem korkutuyordu. Zaman zaman öyle bakışların, öyle
sözlerin vardı ki, kalbimi derin ümitlerle çırpındırıyordu. Fakat sen,
çabuk değişiyordun. Bu gülen, eğlenen çocuk gözlerinin içinde uyanan
nazik, hassas genç kız ruhunun görünmesiyle kaybolması bir oluyordu.
“Bir çocuk, beni mümkün değil anlamayacak, hayatımı kıracak...”
diyordum. Hayatını, gönlünü bu kadar derin bir vefa ile bana
vakfedeceğini ümit edemiyordum. Sen, belki beni görünce; uçan rengini,
titremeye başlayan bu güzel dudaklarını saklamak için benden
kaçıyordun. Ben, bunu bir Çalıkuşu hafifliği sanarak kendimi yiyip
downloaded from KitabYurdu.org
415
bitiriyordum. Söyle bana Feride, bu kadar derin bir vefayı, bu kadar ince
bir ruhu, bu küçük Çalıkuşu göğsünün neresine saklamıştın?...
Kâmran, bir dakika sustu. Sonra beyaz nazik şakaklarında ince ter
damlalarıyla başını eğerek daha yavaş bir sesle devam etti:
-Derdim bu kadarla da kalmıyordu, Feride. Seni kendi kendimden,
hayatımdan, muhtelif saadetlerini birbirinden kıskanıyordum. Dünyada
zamanla yıpranmayan, kuvvetini kaybetmeyen hiçbir his yok. “Ya bir
zaman sonra Feride’yi bu kadar sevemezsem, ya bu leziz, nadide
tahassürü kaybedersem?” diyordum. O vakit, yan yana bitmesinden
korkulan ışıkları nasıl söndürürlerse ben de öyle yapıyor, hayalini
gözlerimden uzaklaştırmaya çalışıyordum.
Dağlarda ismini bilmediğim bir ot yetişir. Feride, insan, onu daima
koklarsa, bir zaman sonra kokusunu daha az duymaya başlar. Bunun
ilacı, bir zaman kendini ondan mahrum etmektir. Hatta bazen -sırf o eski
güzel kokuyu yeniden bulmak hırsıyla-herhangi bir kokuyu, mesela bir
manasız “Sarı Çiçeği” yüzüne yaklaştırır.
Bu ot, güzel kokusu için bazen mihnete de uğrar, insanlar, onu
parmaklarının arasında örseler, hırpalarlar. Feride, seni bu ıstıraptan
derinleşmiş gözlerin, mahzun düşüncelerden yorulmuş güzel yüzünle
ben, bu hırpalandıkça kokusu artan çiçeklere benzetiyorum. Beni
anlıyorsun, değil mi? Çünkü artık, gözlerin gülmüyor, benim bu manasız
gibi görünen sözlerimle eğlenmiyorsun.
Feride, uyumaya hazırlanan bir çocuk gibi, kirpiklerinde yaş
damlaları titreyen gözlerini kapıyordu. Bu heyecanlı yorgunluklardan
öyle bitap düşmüştü ki, dizleri kesiliyor, vücudunun bütün ağırlığını
Kâmran’ın kollarına bırakıyordu. Bir rüya içinde, hemen hemen yalnız
dudaklarının hareketiyle:
-Görüyorsun artık, Çalıkuşu müebbeden öldü, dedi. Genç adam,
başını daha ziyade yaklaştırdı, aynı hafif ses:
-Ziyanı yok, ben Çalıkuşu’nun bütün aşkını bir başkasına,
downloaded from KitabYurdu.org
416
Gülbeşeker’e verdim, dedi.
Kâmran, kollarında gittikçe ağırlaşan bu bitap genç vücudun
birdenbire canlandığını, bir hayal titreyişiyle kıvrandığını hissetti:
-Kâmran, onu söyleme, yalvarırım sana.
Hâlâ Kâmran’ın göğsünde duran başını biraz arkaya atmış, yüzünü
ona çevirmişti. Kesik, donuk nefesleriyle titreyen gerdanının damarları
morarıyor, yüzünde, gözlerinde, kızıltılar uçuyordu.
Kâmran, haris bir inatla tekrar etti:
Feride, bütün vücudu titreyerek ayaklarının ucunda yükseldi, genç
adamı omuzlarından çekti. Vücudunun bütün kanı dudaklarında
toplanmış boynunu uzattı.
Bir dakika sonra ayrılmışlardı. Feride, uzun bir susuzluktan sonra
berrak bir dereden kana kana su içen bir kuş gibi canlanıyor, ayağını
yere vurup yüzünü göstermemek için bir yandan bir yana çevirerek:
-Ne ayıp, Yarabbî, ne ayıp! Sen sebep oldun vallahi, sen sebep
oldun, diye hırçınlaşıyordu.
Yanlarındaki ağacın dalında bir çalıkuşu ötüyordu.
Do'stlaringiz bilan baham: |