Tüm Hikayeler



Download 5,65 Mb.
Pdf ko'rish
bet41/66
Sana16.03.2022
Hajmi5,65 Mb.
#497258
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   66
Bog'liq
Tüm Hikayeler - Edgar Allan Poe ( PDFDrive )

William Wilson
Bırakınız da şimdilik kendime William Wilson diyeyim.
Önüme serilen şu temiz yaprak, hakiki adımla kirlenmesin.
Bu isim, soyum için çok fazla bir nefret, hakaret ve dehşete
sebep olmuştur. Kızgın rüzgârlar onun eşsiz ve kötü şöhretini
dünyanın en ücra köşelerine kadar yaymadı mı? Ey,
kimsesizlerin kimsesizi ve en yalnız olan! Sen bu dünya ve
onun bütün çiçekleri, şerefleri ve altın ümitleri için ebediyen
ölmedin mi? Koyu, karanlık ve gamlı bulutlar senin
ümitlerinle göklerin arasında daima asılı durmuyor mu?
Elimde olsaydı geçmiş senelerimin affedilmez suçunu ve ağza
alınmaz sefaletini bugün şurada yazmazdım.
Son senelerimde kötülükte o kadar ileri gitmiştim ki,
bunun hakikî sebeplerini belirtmekten kendimi alamıyorum.
İnsanlar çok defa derece derece alçalır. Fakat fazilet benden
tıpkı bir pelerin gibi, bir anda sıyrılıp düştü. En küçük
kötülüklerden en korkunç Elah-Gabalus’vari
[1]
olanlarına bir
tek dev adımıyla geçtim. Bir tek hâdise ve tesadüf beni
nerelere sürükledi size anlatacağım. Şu anda ölüm yaklaşıyor
ve önce gelen gölgesi altında ruhum yumuşuyor. Bu karanlık
berzahı geçerken hepinizin muhabbetini - az kalsın
merhametini diyecektim - ne kadar özlüyorum. İnsanoğlunun
takatini aşan hâdiselerin kurbanı olduğuma âdeta inanılmasını
istiyorum. İstiyorum ki, vermek üzere bulunduğum tafsilât
onlara, türlü hata ve günahlarımın çölünde kaza ve kaderin bir


vahasını arayıp bulmalarına yardım etsin. İnsanı fenalığa
sürükleyen sebepler her zaman mevcutsa da hiçbir insanın
şimdiye kadar bu şekilde yoldan çıkartılmamış ve böyle sukut
etmemiş olduğunu kabul etsinler. Bunun için de hiçbir kimse
bu derece ıstırap çekmemiştir diyebilirim. Ben hakikaten bir
rüya içinde yaşamadım mı? Şimdi de dünyaya ait hayallerin
en vahşilerinin dehşet ve esrarı içinde ölmüyor muyum?
Hayalperest ve son derece heyecanlı mizaçlarıyla anılan
bir sülâleden geliyorum. Daha ilk çocukluk devrimde, ailemin
bu esaslı vasıflarına tamimiyle tevarüs ettiğim anlaşılmıştı.
Yaşım ilerledikçe mizacım kuvvetli bir inkişaf kaydetti ve
birçok hâdiseler dostlarım için ciddî bir huzursuzluk
doğurduğu kadar, kendim için de zararlara sebep oldu. Dik
başlı, en vahşi heveslere müptelâ ve en korkunç ihtirasların
kurbanı olarak büyüdüm. Annemle babam, ruhen zayıf, benim
gibi aynı kusurlarla malûl olduklarından, bende kökleşmeye
başlayan fena huyları silmek için fazla bir şey
yapamıyorlardı. Zayıf ve fena idare edilen birkaç teşebbüs
onların tam bir hezimeti ve benim katî zaferimle
neticelenmişti. Bundan sonra her sözüm ev halkının
kanunuydu. Pek az çocuğun kendilerini idare eden bağlardan
kurtulduğu bir çağda ben kendi arzuma göre yaşamaya
bırakılmış, ismimden gayri her şeyimin hâkimi olmuştum.
Mektep hayatıma ait ilk hatıralarım, sisli bir İngiliz
köyünde Elizabeth devrinden kalma büyük, eski bir yapıdan,
koca koca, eğri sayısız ağaçlar ve çok eski evlerden ibarettir.
Gerçekten bu aziz eski kasaba rüyalı bir ülkeydi. Şu anda
keşif, gölgeli yollarının canlandırıcı serinliğini hissediyor,
binlerce fundalıklarının kokusunu teneffüs ediyor, her saat
başı ansızın vuran kilise çanının derin ve boş aksini tarif


edilmez bir hazla titreyerek işitiyor gibiyim. İşlemeli Gotik
çan kulesinin içine gömüldüğü loş ufku bu sesler nasıl
doldururdu?..
Simdi, bu mektep hatıralarının teferruatı üzerinde durmak
bana en büyük zevki veriyor. Benim gibi hakikî bir felâket
içine gömülmüş bir kimsenin bu küçük teferruatla kendini
unutmaya çalışması mazur görülmelidir. Bu teferruat son
derece basit, hatta gülünç de olsa, ait olduğu zaman ve mekân
itibariyle, beni sonradan tamamıyla zebun eden mukadderatın
ilk şüpheli emarelerini taşıdığı için, gözümde son derece
ehemmiyetlidir. Bunun için, onları hatırlamalıyım:
Söylediğim gibi, bina eski ve biçimsizdi. Arazi ise çok
genişti. Tuğladan yapılmış yüksek, sağlam, üstü çam parçaları
ile karışık harçla sıvalı bir duvar etrafı çevreliyordu. Bir
hapishanenin kine benzeyen bu duvar, yurdun hududunu
teşkil ediyordu. Bunun dışında, haftada yalnız üç defa -her
cumartesi iki mubassırın nezareti altında bir kere, pazar
günleri sabah v e akşam ayinleri için iki kere resmî şekilde
köyün kilisesi ne giderken çıkıyorduk. Mektebimizin müdürü,
kilisenin de baş papazıydı. Galendeki uzak sıramızdan,
mihraba doğru ağır ve vakur adımlarla ilerleyiş ve çıkışını ne
derin bir hayretle seyrederdim. Son derece ciddi tavırlı ve
müşfik yüzlü, parlak ve papazlara yaraşan o dalgalanan
cübbesi ve adamakıllı pudralanmış perukasıyla bu adam, daha
evvel enfiyeye bulanmış bir esvap ve haşin bir yüzle elinde
sopa, mektebin kanunlarını tatbik eden o adam olabilir miydi?
Ey, halli son derece zor olan korkunç tezat!
Kaim duvarın karanlık bir köşesinde yine kalın bir kapı
vardı; perçinli demir sürgülerle süslenmiş, sivri çivilerle
tahkim edilmişti, insana, ne derin bir korku verirdi! Bu kapı


demin bahsettiğim vakit vakit giriş ve çıkışlardan başka hiçbir
zaman açılmazdı. Kuvvetli menteşelerinin her gıcırdayışında
bir sır, korkunç bir ihtar seziyor, yahut daha korkunç bir
tahayyül âlemine giriyordum.
Duvarla çevrili, birçok geniş kısımları olan büyük saha
intizamsız bir şekildeydi. Bu kısımların en büyüklerinden üç
dört tanesi teneffüs bahçesini teşkil ediyordu. Bahçe tesviye
olunmuş, ince ve sert bir kumla örtülmüştü, iyice hatırlıyorum
ki, burada ne ağaç, ne kanepe, ne de buna benzer bir şey
vardı. Bahçe binanın arkasındaydı, önündeki küçük yola
şimşir ve birtakım fidanlar dikilmişti. Fakat biz, bu mukaddes
yerden mektebe ilk geliş, yahut büsbütün ayrılış veyahut bir
dostumuzun, bir akrabanın bizi çağırttığı zaman; Noel ve yaz
tatille rinde sevinçle eve gitmek gibi hakikaten pek nadir
sebeplerle geçebilirdik.
Evet, o eski ve garip okul binasına gelince... Orası benim
için türlü değişikliklerle dolu, sihirli bir saray olmuştu. Köşe,
bucağının ve garip taksimatının sonu yoktu. Bir insan, her ne
zaman olursa olsun birinci katta mı, yoksa ikinci katta mı
olduğunu katiyetle söyleyemezdi. Bir odadan diğer bir odaya
geçilirken muhakkak surette inilecek veya çıkılacak üç dört
basamak bulunurdu. Yanlarındaki taksimat ise sayısız,
akıllara sığmaz ve o kadar dolambaçlıydı ki, binanın bütünü
hakkında en doğru düşüncemiz, onun her halde sonsuz
oluşuydu.
Mütalâa odası, binanın en büyük salonuydu. Hatta
dünyanın en büyük salonu olduğunu düşünmekten kendimi
alamazdım. Burası gayet uzun, dar, hazin bir tarzda basıktı;
köşeli Gotik pencereleri, meşe ağacından tavanı vardı. Uzak
bir köşede boyutları sekiz on kadem olan ve mütalâa zamanı,


müdürümüz muhterem Dr. Bransby’nin oturduğu bize dehşet
saçan kısım, vardı. Burası gayet sağlam yapılmıştı ve kalın bir
kapısı vardı. Hocamız olmadığı zamanlar, bu kapının
açılmasındansa, en korkunç işkencelerle ölmeyi tercih
ederdik. Diğer iki köşede buna benzer, fakat daha az hürmet
gören, yine de gerçekten bir dehşet kaynağı olan iki kısım
daha vardı. Bunların biri “ Klâsik” , diğeri “ İngilizce ve
matematik’’ öğretmenlerine aitti. Salonda, üzeri parmak
lekeleriyle kirlenmiş kitapların korkunç yığınlarıyla örtülü,
zamanla yıpranmış bir alay kara sıra büyük bir intizamsızlık
içinde birbirine çapraz duruyordu. Sıralar, isimlerin baş
harfleri, tam yazılmış isimler, kaba saba resimler ve bıçakla
arka arkaya yapılmış çentiklerle o kadar bozulmuştu ki, asıl
şekillerini 
en 
küçük 
parçasına 
varıncaya 
kadar
kaybetmişlerdi. Salonun bir ucunda içi su ile dolu büyük bir
kova, öbür ucunda kocaman bir saat dururdu.
Bu mukaddes mektebin kalın duvarları arasında kapalı
olduğum halde, canım sıkılmadan, bıkmadan ömrümün beş
senesini geçirdim. Çocukluğun verimli dimağı meşgul olmak,
yahut eğlenmek için harici bir âleme muhtaç değildir.
Mektebin görünüşte hazin ve uslandırıcı oluşu, olgun
gençliğimin süsten yahut erkekliğimin cürümden aldığı
hazdan daha şiddetli bir zevkle doluydu. Bununla beraber,
şuna kaniim ki; ilk fikrî inkişafım gariplikten çok şey, hatta
sonsuz derecede çok şey almıştı. Umumiyetle, gençlik
devirlerine ait hâdiselerin intibaı insanlar üzerinde,
olgunlaştıkça tesirini kaybeder. Her şey koyu bir gölge, zayıf,
şekilsiz bir hatıra, aciz zevk ve hayallerden doğan ıstırapların
müphem olarak hatırlanışından ibarettir. Fakat benim için bu
böyle olmadı. Ben, şu anda Kartaca madalyalarının
üzerindeki yazılar kadar dayanıklı, derin ve aydınlık olarak


hafızama damgalanmış olan tesirleri çocukluğumda büyük bir
adamın hissettiği bir kuvvetle duymuş olmalıyım, Bununla
beraber, herkesin gözüyle gördüğü hakikatte hatırlanacak ne
kadar az şey vardı! Sabahleyin uyanış, akşam yatağa çağrılış,
öğrenilecek dersler, ezberler, vakit vakit yan izinler,
gezintiler, kavgalar, oyunları ve türlü gizli şeytanlıklarıyla
teneffüs bahçesi... Zihnin bir nevi büyülenmesiyle kaybolup
giden bütün bunlar; his taşkınlıkları, tesadüfler, muhtelif
heyecanların, galeyanların en şiddetli ve ruhu dalgalandırıcı
olanlarıyla dolu bir kâinat idi. “ Oh. le bon temps, que ces
idele de fer!’’
[2]
Hakikaten hareketli, heyecanlı ve mütehakkim tabiatım az
zamanda arkadaşlarım arasında beni göze çarpan bir karakter
haline getirmişti. Yavaş, fakat tabii bir gidişle benden pek
büyük olmayanlar üzerinde, biri müstesna hepsi üzerinde
hâkimiyet kazanmıştım. Bu istisna hiçbir yakınlığı olmadığı
halde benimle aynı isim ve soyadını taşıyan bir talebenin
şahsiyetinde tecelli ediyordu. Bu, esasında pek az şayanı
dikkat bir haldi, çünkü asil olmama rağmen, ismim nice
zamanlardan beri taşınmış olması dolayısıyla ayak takımının
müşterek malı olan adi isimlere benziyordu. İşte bunun için
hikâyemde kendime William Wilson dedim. Bu uydurma
ismimin hakikî ismimden pek farkı yoktu. Derste, sınıftaki
talebeler arasından yalnız -mektep tabirince“ adaşım” benimle
rekabet etmek küstahlığını gösteriyor, teneffüs bahçesindeki
oyunlarda olsun, kavgalarda olsun iddialarıma gizli bir
mukavemetle itiraz ediyordu. İrademe asla baş eğmiyor,
herhangi bir husustaki diktatörlüğüme ısrarla müdahale
ediyordu. Eğer dünya yüzünde koyu ve mutlak bir istibdat
varsa, o da zeki bir çocuğun kendisi kadar afacan ruhlu
olmayan arkadaşları üzerindeki hâkimiyetidir.


Wilson’un isyanı, benim için en büyük bir azap kaynağı
olmuştu; hatta daha da fazla, çünkü herkesin yanında ona ve
iddialarına meydan okuyor görünmeme rağmen, için için
ondan korktuğumu hissediyor, hakikî üstünlüğünün bir delili
olarak benimle eşitliğini ne kadar da kolayca muhafaza
ettiğini düşünmekten kendimi alamıyordum. Hükmüm altına
girmemesi ise beni bitmez tükenmez bir mücadeleye mecbur
ediyordu. Bununla beraber, bu üstünlüğü -daha doğrusu bu
eşitliği aslında yalnız ben kabul ediyordum. Arkadaşlarımız
garip bir körlükle bundan şüphe bile etmez görünüyorlardı.
Hakikaten Wilson’un rekabeti, mukavemeti ve bilhassa
maksatlarıma küstahça karşı koyuşu, hususî bir kasıtla
yapılıyor hissini vermiyordu. Hatta beni tahakküme sevk eden
ve bana muvaffakiyet imkânını veren ihtirastan da mahrum
gibiydi. Haksızlıklarına, hakaretlerine yahut tezatlarına öyle
birtakım uygunsuz ve muhakkak ki son derece nahoş bir
şefkat karıştırırdı ki, zaman olur hayret, gücenme ve
küçüklükten doğan hislerle bu hareketlerini dikkatle
seyretmekten kendimi alamazdım.
Sırf bana muhalefet etmek, beni şaşkına döndürmek yahut
mahvetmek için garip bir arzu ile hareket ettiğini
zannederdiniz. Hâkimiyet ve himayenin bayağı hallerini
düşündükçe bu garip hareket tarzının ancak üstün bir
gururdan doğduğunu tasavvur edebiliyordum.
Wilson’un hareket tarzındaki bu son hususiyet, herhalde,
isimlerimizin aynı oluşu, tamamıyla tesadüfi olarak aynı
günde mektebe girişimizle birleşince yüksek sınıflarda bizim
kardeş olduğumuz kanaatinin yayılmasına sebep oldu. Bu
sınıflar küçüklerin işleri üzerine katiyen düşmezler. Evvelce
de söyledim: -yahut söylemiş olmalıyım Wilson’un ailemle


uzak yakın hiçbir alâkası yoktu. Fakat kardeş olsaydık ancak
ikiz olurduk. Çünkü, Dr. Bransby’nin mektebini terk ettikten
sonra, arkadaşımın 19 Ocak 1809 da doğmuş olduğunu
tesadüfen öğrendim. Bu oldukça dikkate değer bir tesadüftü,
çünkü ben de aynı tarihte doğdum! Wilson’un rekabeti ve
tahammül edilmez derecedeki fikrî muhalefeti beni devamlı
bir endişe içerisinde bırakmasına rağmen, ondan büsbütün
nefret edemeyişim garip görünebilir. Hemen hemen her gün
kavga ediyorduk. Bu münakaşalarda zafer tacını alenen bana
bırakmakla beraber, öyle bir tavır takınıyordu ki, ona, asıl
kendisinin lâyık olduğunu hissettiriyordu. Yine bu halde de
benim gururum, onun azameti bizi birbirimize iyi davranmaya
mecbur ediyordu. Huylarımızdaki kuvvetli benzerliklere
rağmen, dost olmamıza sanki birtakım mâniler vardı. Onun
hakkındaki hakiki hissiyatımı belirtmek veya anlatmak benim
için cidden çok zor. Esasen bu duygular karmakarışık bir
haldeydi: Henüz kin haline gelmemiş, pusuda bekleyen bir
düşmanlık; ağırdan alma, yahut daha çok saygı; büyük bir
korku ve üzücü bir merak gibi... Ruhiyatçılara şunu da
söyleyeyim ki, William Wilson ile ikimiz hiç ayrılmayan iki
arkadaştık.
Aramızdaki münasebetlerin tuhaflığı sebebiyle gizli yahut
açık bütün taarruzlarımı ona yöneltmiştim. Bu taarruzlar pek
çeşitliydi: Katî bir hoşgörürlükten çok, şaka, hatta istihza
mahiyetinde şeyler. Bu istihzanın hakikî manası bile bile
eziyet etmekti. Bu husustaki gayretlerim, plânlarımı en ustaca
hazırladığım 
zaman 
bile 
tam 
bir 
muvaffakiyetle
neticelenmiyordu. Çünkü, adaşımın karakterinde öyle
mütevazı, asude bir haşinlik vardı ki, kendi istihzalarının
açtığı yaralardan zevk aldığı halde hiç belli etmiyor, gülünç
olmaktan kurtuluyordu. Ama yararlanabileceğim tek bir nokta


buldum! Bu, şahsi bir hususiyet, belki de doğuştan bir
kusurdu: Bu kusur benim kadar kurnaz olmayan bir kimsenin
gözünden kaçabilirdi. Rakibimin yüzünde yahut hançeresinde
öyle bir zaaf vardı ki, sesinin pek hafif fısıltıdan ziyade,
yükselmesine mâni oluyordu. Ben bu noksandan elimden
geldiği kadar istifade etmeye çalıştım.
Wilson’un mukabele bilmişli muhtelif tarzlardaydı. Beni
çok fazla rahatsız eden bir pratik zekâsı vardı. Bu kadar
küçük bir şeyin beni müteessir edeceğini zekâsıyla nasıl
keşfettiği bir türlü halledemediğim bir meseledir. Fakat bir
kere keşfetmiş ve işkencesini itiyat haline getirmişti. Ben
daima, İraba soyadıma ve adi olmasa bile, pek avamca olan
ismime karşı bir nefret duyuyordum. Kelimeler kulaklarıma
zehir gibi akıyordu; ve mektebe geldiğim gün ikinci bir
William Wilson’un da geldiğini görünce bu ismi taşıdığı için
ona içerlemiştim. Bu isimden bir kere daha nefret ettim,
çünkü onun yüzünden bir kere daha tekrarlanacaktı. Üstelik,
daima karşımda bulunacak ve mektebin günlük hayatında
işleri, bu uğursuz benzerlik, yüzünden çaresiz benim işlerimle
karışacak olan bir yabancı taşıyordu bu ismi.
Rakibimle aramdaki maddî yahut manevi benzerliği
gösteren her hâdise, içimdeki gazabı şiddetlendiriyordu. Aynı
yaşta olduğumuzu; bu dikkate değer hakikati daha o zaman
keşfetmemiştim. Bununla beraber, boylarımızın bir olduğunu,
hatta yüzümüzdeki çizgilerin ve vücut yapılışlarımızın garip
benzerliğini görüyordum. Akraba olduğumuz hakkında
yüksek sınıflarda dolaşan rivayet de beni sinirlendiriyordu,
Kısacası bu şekilde taciz edildiğimi ihtimamla gizlediğim
halde hiçbir şey aramızdaki fikir, şahıs ve doğuş
benzerliklerinin manası kadar beni müteessir etmiyordu.


Doğrusu, (Wilson’un kendisi ve akrabalık meselesi müstesna)
mektep arkadaşlarımız arasında bu benzeyişin görüldüğüne
yahut aralarında bunun konuşulduğuna inanmam için hiçbir
sebep görmüyordum. Halbuki bu benzerliği benim kadar onun
da kendi tavır ve hareketlerinde gördüğü aşikârdı. Bu şartlar
içinde beni rahatsız etmek için sonsuz vesileler icat etmesi
ancak onun bahsettiğim fevkalâde zekâsına atfedilebilirdi.
Vazifesi, söz ve hareketleriyle aynen beni taklit etmekten
ibaretti; ve rolünü takdire değer bir tarzda oynuyordu.
Elbisemi kopya etmek kolay bir şeydi. Yürüyüşümü, hal ve
tavrımı da kolaylıkla benimsemişti, Kusuruna rağmen, sesim
bile onun elinden kurtulamamıştı. Tabiidir ki, yüksek sesimi
taklide çalışmıyordu. Fakat o zaman bile sesin perdesi aynı
idi; ve o garip fısıltı halindeki sesi gittikçe benimkinin tam bir
yankısı haline geliyordu.
Büyük bir titizlikle yapılmış olan bu portrenin (buna
sadece bir karikatür denemez) bana ne kadar ıstırap verdiğini
söylemeye cesaret edemeyeceğim. Benim için yalnız bir
teselli vardı - o da, bu taklidin dışarıdan sadece benim
tarafımdan görüldüğü ve adaşımın garip, istihza dolu
gülüşlerinin azabını sadece benim çektiğim idi. O,
tasarlayarak kalbimde husule getirdiği tesirden memnun
oluyor, açtığı yaraya gizli gizli gülüyor ve kurnaz
gayretlerinin kendisine kolayca temin edeceği muvaffakiyete
ve aleni alkışlara şaşılacak bir küçümseyişle bakıyordu.
Arkadaşların onun maksadını nasıl olup da hissetmedikleri,
marifetlerini anlayamadıkları ve onun istihzasına iştirak
etmedikleri, endişe içinde geçen birçok aylar halledemediğim
bir bilmece oldu. Belki de taklidinin yavaş yavaş artması
kolayca sezilmesine mâni oluyordu. Beni içime hapseden ve
bu; işin uğursuzluğuna inandıran onun ancak küçük teferruata


saplanışı ve bu husustaki ustalığı idi. Esasen saadetimi teşkil
eden de buydu.
Bana karşı takındığı menfur himaye tarzından ve dostluk
perdesi altında, lüzumsuz yere arzulanma sık sık müdahale
ettiğinden defalarla bahsetmiştim. Bu müdahale, nasihatin
nezaketsiz karakterine bürünmüş bir şekilde açıktan açığa
değil, fakat telkin ve ima ile yapılıyordu. Seneler geçip de
büyüdükçe bu halini daha kuvvetlenen bir nefretle
karşılıyordum. Bununla beraber şu geçmiş günde ona karşı
adaletten ayrılmamak için ilâve etmeliyim ki, rakibim genç
yaşına ve apaçık görünen tecrübesizliğine rağmen, daima hata
ve çılgınlıklarımı tehkid ediyordu. İstidatları ve kuvvetli
zekâsı değilse bile, ahlâk telâkkileri benden daha iyiydi. O
zamanlar, içten gelen nefret ve acı bir hisle tiksindiğim,
manalı fısıltıya bürünmüş olan o nasihatleri daha az
reddetseydim, bugün belki daha iyi ve daha bahtiyar bir insan
olurdum.
En nihayet onun, sevimsiz himayesine karşı son derece
isyankâr oldum ve tahammül edilmez küstahlığından açıktan
açığa, her gün daha çok nefret etmeğe başladım. Mektep
arkadaşı olarak münasebetimizin ilk senesinde ona karşı
dostça hisler de besleyebileceğimi söylemiştim. Fakat
mektepte bulunduğum son aylarda onun her zamanki tacizleri
bir derece olsun azaldığı halde benim hislerim o nispette
hakikî bir kinden hisse almıştı. Bir vesile ile bunu sezdi ve o
andan itibaren benden kaçınmaya, yahut kaçınıyor görünmeğe
başladı.
İyi hatırımda kaldıysa, aşağı yukarı o sıralarda kendisiyle
yine bir mevzuda münakaşa etmiştik. O, her zamanki kadar
kendine hâkim olamıyor, tabiatına hiç de uymayan


hareketlerde bulunuyor ve çekinmeden konuşuyordu. Söz
söyleyişinde, halinde, hareketlerinde bana ilk çocukluk
çağlarının karanlık hayallerini - garip, karışık ve hafızanın
doğmadığı zamanlara ait bir sürü hayalleri hatırlatan, beni
evvelâ titreten, sonra da bende derin bir ilgi uyandıran yeni
bir şey keşfettim, veya keşfettiğimi zannettim. Bana işkence
eden hislerimi ancak, karşımdaki mahlûkla ezelden beri
tanışmış olduğum kanaatinden kendimi zorla kurtarabildiğimi
söylemekle tarif etmiş olabilirim. Gene de bu düşünce geldiği
gibi süratle geçti. Bütün bunları garip adaşımla olan son
karşılaşmamızı anlatmak için yazıyorum.
Sayısız taksimatı ile geniş, eski binada talebenin büyük
bir kısmının yattığı iç içe büyük odalar vardı. Bununla
beraber, bu kötü plânlanmış yerde birçok köşe bucak, yarım
yamalak, inşa edilmiş, Dr. Bransby’nin iktisadi dehası ile
yatakhane haline konulmuş yerler de vardı. Bunlar küçük
odacıklar oldukları halde, içlerinde birer kişi yatabiliyordu.
Birinde de William Wilson kalıyordu.
Mektepteki beşinci senemin sonlarına doğru bir gece,
bahsettiğim atışmadan hemen sonra, herkesin derin uykuda
bulunmasından faydalanarak yatağımdan kalktım, elimde bir
lâmba, tenha, dar geçitlerden geçerek rakibimin odasına
doğruldum, 
Şimdiye 
kadar 
daima 
karşısında
muvaffakıyetsizliğe uğradığım haşin istihzalarından birini
uzun uzun kurarak bir plân hazırlamış ve artık tatbik etmeğe
karar vermiştim. Ruhumu dolduran fenalıkların genişliğini
ona hissettirmek istiyordum. Odasına varır varmaz, lâmbanın
üzerine bir abajur geçirerek dışarıda bıraktım. Bir adım daha
atarak sakin nefes alışını dinledim. Uyuduğundan emin
olduktan sonra geri döndüm, lâmbayı alarak tekrar yatağa


yaklaştım. Plânımı tatbik etmek için yatağın etrafındaki
perdeleri yavaşça, ağır ağır açtım. Yataktakinin üzerine
şiddetli, parlak bir ışık vurdu. O anda gözlerim yüzüne dikili
kaldı. Baktım, vücudumu ani bir uyuşukluk, ani bir nöbet
sardı. Yüreğim korku ile kabardı, dizlerim kesildi. Bütün
ruhum sebepsiz, fakat tahammül edilmez bir dehşete kapıldı.
Zorla nefes almaya çalışarak lâmbayı yüzüne daha çok
yaklaştırdım. Bunlar, bu yüzdeki çizgiler William Wilson’un
muydu? Evet, bunların, onun olduğunu görüyordum, ama
olmadığından da şüphe ederek sıtmaya tutulmuş gibi
titriyordum. Bu çizgilerde beni bu derece şaşırtan ne vardı?
Zihnim karmakarışık, bin bir türlü fikrin tesiriyle sersemlemiş
seyrediyordum. Bu o yüz değildi! Uyanıkken onun siması
böyle değildi! Aynı isim! Aynı boy! Mektebe aynı günde
giriş! Sonra haşin ve izah edilmez bir tarzda yürüyüşümü,
sesimi, tavır ve hareketlerimi taklit! Acaba bu gördüğüm
Wilson’un alay dolu taklitçiliğinin bir başka görünüşü
müydü? İnsanoğlu buna da mı kadirdi? Dehşetle vurulmuş bir
halde, bütün vücudumu saran bir ürperme ile lâmbayı
söndürerek sessizce odadan çıktım ve bir daha dönmemek
üzere bu eski mektebin dehlizlerinden geçtim.
Evde tam bir haylazlıkla heba ettiğim birkaç aydan sonra,
kendimi Eton kolejinde buldum. Bu kısa zaman, Dr.
Bransby’nin mektebindeki hâdiselerin hatırasını zayıflatmağa,
hiç değilse bu hatıranın bana verdiği duygularda mühim bir
değişiklik husule getirmeğe kâfi gelmişti. Daha doğrusu,
dramın feci tarafı artık mevcut değildi. Şimdi hissiyatımın
doğruluğundan şüphe etmek için bin bir sebep buluyor;
insanlardaki saflığın bu derecesine hayran oluyor ve ailemden
bana kalan hayalperestliğin canlı kudretine gülümseyerek bu
mevzuu pek nadiren hatırlıyordum. Etön’da gördüğüm hayat


ise böndeki şüpheciliği azaltacak gibi değildi. Orada, hiç
tereddüt etmeden derhal atıldığım kayıtsız deliliklerin girdabı
geçen saatlerin köpüğünden başka, her şeyi silip süpürdü ve
bir anda bendeki sağlam ve ciddî intibaları emerek hafızamda
geçmiş zamanların son derece hafifliğinden başka bir şey
bırakmadı.
Bununla beraber, sefil ahlâksızlığımı uzun uzadıya
anlatmak istemiyorum. Mektebin disiplinini hiçe sayarak
nizamlarına meydan okuyordum. Üç yıl süren bu çılgınlığın,
bendeki fena itiyatları kökleştirmekten ve vücutça gelişmemi
hemen gayri tabii bir surette arttırmaktan başka bir faydası
dokunmadı. Bir hafta süren manasız bir sefahatten sonra, en
ahlâksız talebelerden bir zümreyi bir vurpatlasın âlemi için
odama davet ettim. Gecenin geç vaktinde orada toplandık.
Sefahatimiz ne olursa olsun, sabaha kadar devam edecekti.
Şarap su gibi akıyordu. Hatta belki de daha tehlikeli
eğlenceler de noksan değildi. O kadar ki, kül renkli seher
vakti doğuda henüz ağarırken, bizim çılgınca ifratımız son
haddine varmıştı. Kâğıt oyunu ve sarhoşluktan delicesine
heyecanlanmış, her zamankinden daha fazla küfür ederek, bir
kadeh tokuşturmak için ısrar ettiğim sırada, gözlerim odanın
birdenbire aralanan kapısına çevrildi ve dışarıdan gelen bir
hizmetçinin endişeli sesi kulağıma çarptı. Hizmetçi, pek
aceleci olduğu anlaşılan birinin, benimle holde konuşmak
istediğini söyledi.
Şarapla kendimden geçmiş bir haldeyken, bu
beklenmeyen hâdise beni hayrete düşürmekten ziyade,
büyüledi. Sendeliye sendeliye birkaç adım atarak avluya
indim. Dar ve alçak tavanlı avluda hiç ışık yoktu. Yarım daire
şeklindeki pencerelerden sadece şafağın zayıf aydınlığı


sızıyordu. Ayağımı eşikten atar atmaz benim boyumda, benim
giydiğim gibi son m odaya uygun, beyaz kaşmirden sabahlıklı
genç bir adam fark ettim. Hafif ışık ancak bu kadar görmeme
imkân veriyordu; yüzünün çizgilerini seçemiyordum. Ben
odaya girince acele ile üzerime atıldı; sabırsız, hiddetli bir
hareketle kolumdan yakalayarak şu kelimeleri fısıldadı;
“William Wilson.” Bir anda tamamen kendime geldim.
Yabancının tavrında, ışıkla gözlerimin arasına tuttuğu
parmağının asabi titreyişinde öyle bir şey vardı ki, beni
korkunç bir hayret içinde bıraktı. Fakat beni şiddetle sarsan
bu değildi. Garip, alçak ve ıslık çalar gibi konuşmasındaki
ciddi ihtar, geçmiş günlerin bin türlü hatıraları ile birlikte
gelerek ruhuma bir galvanik pilin çarpması gibi tesir etmişti.
Hepsinden ziyade bu basit, teklifsizce söylenen ve yine de
fısıldanan birkaç hecenin tonu ve perdesi beni şiddetle
sarsıyordu. Ben aklımı başıma toplayıncaya kadar o ortadan
kaybolmuştu.
Bozuk muhayyilem üzerinde bu hâdisenin büyük bir tesiri
olduysa da, zamanla geçti. Hakikaten birkaç hafta bu
meseleyi ciddî olarak düşündüm. Bazen de marazî birtakım
fikirlere saplanıp kalıyordum. Bu kadar ısrarla işlerime
karışan ve beni imalı nasihatlerle yoran bu garip şahsın kim
olduğunu ani,anlamazlıktan gelmeye kalkışmıyordum. Fakat
bu Wilson kimin nesi oluyordu - neden geliyordu- maksadı
neydi? Bu suallerin hiçbirine cevap veremiyordum. Onun
hakkında bildiğim sadece, ailesinde vukua gelen ani bir
kazanın onu, Dr. Bransby’nin mektebini, benim kaçtığım gün
öğleden sonra terke mecbur etmiş olmasıydı. Mamafih,
zihnim Oxford’a gitmek fikri ile dolu olduğundan, kısa bir
müddet bu mevzu üzerinde düşünmedim. Az sonra oraya
gittiğimde, annemle babamın hesapsız bir israfla bana


verdikleri harçlık, gönlüme çok hoş gelen süs ve gösterişe
atılmakta ve Büyük Britanya’nın en zengin dükalıklarının
kibirli vârisleriyle rekabet etmekte bana sonsuz imkânlar
verecekti.
Mizacım bu gibi kötülük yapmak plânları ile gitgide
ateşlenerek büyük bir hararetle infilâk etti. Eğlencelerimin
delicesine çılgınlıklarında edep ve hayanın bütün kaidelerini
tekmeledim. Fakat bu taşkınlıklarımın tafsilâtı üzerinde
durmak saçma olur. Yalnız şunu söylemeliyim ki, müsrifler
arasında Herod’u geçmiştim. Yaptığım daha nice deliliklerle
Avrupa üniversitelerindeki en zayıf ahlâklılara taş
çıkartıyordum. Kumarı meslek edinenlerin oyunlarını
öğrenmek için efendiliği elden bırakmıştım. Bu adı ilimde
üstat olmak ve zaten çok fazla olan gelirimi, arkadaşlarım
arasındaki beyinsizlerden çektiğim para ile çoğaltmak istiyor;
oyunu daimi bir vasıta olarak kullanıyordum. Buna inanmak
güç gibi görünürse de hakikat aynen böyleydi. Bütün mertlik
ve haysiyet hislerine karşı işlediğim bu cürümün büyüklüğü,
cezasız kalmamın herhalde en mühimi bir sebebiydi. Şen,
samimî, alicenap William Wilson’un böyle bir yolda
yürüdüğünü arkadaşlarımdan hiçbiri aklından geçirmezdi;
bilâkis onun temiz hislerinden bahseder dururlardı. O William
Wilson ki, Oxford’un en asıl, en hür arkadaşı idi - onun
çılgınlıkları (o bunlara dalkavukları derdi) gençliğin ve
serbest bir muhayyilenin çılgınlıklarından ibaretti. Ancak
benzeri olmayan hatalara heves ederdi. En koyu fenalıkları
bile, dikkatsiz ve acele ile yapılan taşkınlıklardan başka bir
şey değildi.
Bu eğlencelerde muvaffakiyetli iki sene geçirdikten sonra,
Üniversiteye, Glendinning adında genç, sonradan görme bir


asilzade mirasyedi geldi. Çok geçmeden ne kadar ahmak
olduğunu anlayarak tam bana göre dedim. Onu ne olursa
olsun tuzağıma düşürmek için kumarbazlara mahsus bir
ustalıkla, ekseri oyunlarda kazanmasına meydan veriyordum.
Plânımı kurmuştum ve nihayet ona arkadaşlardan Mr.
Preston’un odasında rastladım. Maksadım bu buluşmanın son
ve kat’î olması idi. Mr. Preston, ikimizle de aynı derecede
samimiydi. İşin doğrusu, plânım hakkında en küçük bir şüphe
beslemiyordu. Bu vaziyete daha iyi bir renk vermek için sekiz
on kişiyi bir araya toplamayı düşünmüş ve iskambil
kâğıtlarını, aldatmayı tasarladığım adamın teklifi ile tesadüfen
meydana çıkarmış gibi göstermeğe itina etmiştim. Bu bayağı
mevzuu uzatmayayım; buna benzer vaziyetlerde her zaman
olduğu gribi, en küçük incelik bile ihmal edilmemişti. Gariptir
ki, hâlâ bu hilelere aldanacak ahmaklar vardır.
Gece geç vakte kadar oturduk ve en nihayet
Glendinning’le karşı karşıya kaldım. Oyun, en sevdiğim kâğıt
oyunu “ücarte” idi. Diğer arkadaşlar kumarın yüksekliğini
görerek ilgilenmişler, etrafımızı almışlardı. Gecenin ilk
saatlerinde maharetimle içki içmeye sevk ettiğim sonradan
görme şimdi kâğıtları karıştırıyor, dağıtıyor ve tamamıyla
değilse de kısmen sarhoşluğuna yorduğum son derece asabı
bir hareketle oynuyordu. Çok geçmeden bana bir hayli
borçlanmıştı. Şaraptan uzun bir yudum çekince tam benim
soğukkanlılıkla tahmin ettiğim şeyi yaptı: Zaten pek fazla
sürülmüş olan parayı iki misline çıkarmayı teklif etti! İsteksiz
gibi göründükten ve birçok defalar reddettikten sonra, kabul
etmeyişime gücendirerek ona acı sözler söylettim ve ancak
bundan sonra teklifine razı oldum. Netice, avın tuzağıma nasıl
düştüğünü gösterdi. Bir saate varmadan borcu dört misline
çıkmıştı. Uzun zamandan beri yüzü şarabın verdiği canlı rengi


kaybetmişti. Şimdi ise benzine hakikaten korkunç bir uçukluk
geldiğini hayretle görüyordum. Sabırsızlıkla topladığım
malûmata göre, Glendinning’in son derece zengin olduğunu
öğrenmiştim. Şimdiye kadar kaybettiği para hakikaten çok
olmakla beraber, bunun onu cidden rahatsız edeceğini, bu
kadar şiddetle üzeceğini zannetmiyordum. Aklıma, bunun
şarabın tesiriyle olabileceği geldi. Her şeyden ziyade,
arkadaşlarıma karşı haysiyetimi korumayı düşünerek
mütehakkimâne bir eda ile oyunu kesmek için ısrar edeceğim
sırada, onlardan birinin kolumu dürtmesi ve bizzat
Glendinning’in tam bir yeise düştüğünü ifade eden bir
hareketi üzerine onun kat’î mahvına sebep olduğumu
anladım. Herkes ona acım ağa başlamıştı; ben dahi onu
şeytanın fenalıklarından korumam lâzım geldiği fikrine
inanmıştım. Bu vaziyet karşısında nasıl hareket ettiğimi
söylemek kolay değil. Aldattığım adamın acınacak hali
herkeste ağır bir sıkıntı uyandırmıştı; birkaç dakika derin bir
süküt hüküm sürdü. Bu esnada oradaki en temiz kalpli
arkadaşların dahi beni kabahatli çıkaran, küçümseme ile dolu
bakışlarının yüzümde karıncalandığını ister istemez
hissediyordum. Hatta itiraf edeyim ki, o sırada ani ve
harikulâde bir hâdise kalbimi tahammül olunmaz bir ağırlıkla
tazyik eden endişeden beni bir an için kurtardı. Bir darbede
oda kapısının kanatları o kadar büyük bir hısımla ardına kadar
açıldı ki, âdeta sihre uğramış gibi sönen bütün mumların can
çekişen aydınlığı içinde bir yabancının içeri girdiğini fark
ettik. Bu adam, aşağı yukarı benim boyumdaydı; sıkı sıkı bir
pelerine sarılmıştı. Pes, gayet açık ve iliklerime kadar nüfuz
eden asla unutulmayacak bir fısıltı ile:
“Efendiler,” dedi, “ bu hareketim için özür
dilemeyeceğim.


Çünkü, böylelikle bir vazifeyi yerine getiriyorum. Siz,
şüphesiz, bu gece Lord Glendinning’den ‘îeearte” oyununda
muazzam bir para kazanan şahsın hakikî hüviyetini
bilmiyorsunuz. O halde pek lüzumlu olan bu malûmatı elde
etmek için size kısa ve katî bir yol teklif edeceğim. Rica
ederim, hiç telâş etmeden sol kolundaki devrik kapağın
astarında ve işlemeli sabahlığının geniş ceplerinde
bulabileceğiniz küçük paketlere bakınız.”
O konuştuğu sırada o kadar derin bir sükût vardı ki,
halının üstüne bir tüy düşse sesi işitilebilirdi. Sözünü bitirince
nasıl ani olarak geldiyse, öylece birdenbire çıkıp gitti.
Hislerimi nasıl tarif edebilirim? Edebilir miyim?
Lânetlenenlerin bütün dehşetini hissettiğimi söylemeli
miyim? Hiç şüphesiz düşünecek zamanım pek azdı. Birçok
eller beni huşunetle olduğum yerde yakaladılar ve derhal
ışıklar yandı. Bunu bir araştırma takip etti. Kolumun astarında
"öcarte” nin başlıca kâğıtlarını buldular. Sabahlığımın
ceplerinde, toplantılarda kullandığımız tamamıyla aynı
birtakım oyun kâğıdı ele geçirdiler. Şu farkla ki, benimkiler
teknik tabiriyle “yuvarlak” denilen neviden olup, asların
köşeleri, küçük kâğıtların da yanları hafifçe konveksti. Bu
sayede aldatılan kimse, kâğıtları uzunluğuna kestiği zaman as
muhakkak karşı tarafa kalırdı. Kumarbaz enine kestiği zaman
ise, karşısındakine hiçbir vakit kâr temin edecek kâğıt vermiş
olmazdı.
Bu hile keşfedildiği zaman karşılaştığım küçümseme,
yahut istihza dolu sessizlik yerine, bir hiddet fırtınası
kopsaydı beni o derece müteessir etmezdi. Ev sahibi
ayaklarının dibinde duran, nadir kürklerle kaplı gayet şık bir
pelerini almak için eğilerek:


“Mr. Wilson, bu sizin..” dedi. (Hava soğuktu, odamdan
çıkarken sabahlığımın üzerine bir pelerin geçirmiş, oyun
yerine gelince çıkarmıştım.), “ Bunda da maharetinizin yeni
bir delilini aramağa ne lüzum var? ” (Bir yandan da acı bir
tebessümle paltonun kıvrımlarına bakıyordu.) "Cidden bu
kadarı kâfi. Ümit ederim ki, Oxford’u terk etmek ve herhalde
evimden çıkıp gitmek lüzumunu idrak edersiniz.”
Yerlerin dibine geçmiştim! Eğer o anda zihnim son derece
korkunç bir vaka’nın hakikati ile kaplanmış olmasaydı,
herhalde bu hakaret dolu sözlere karşılık verirdim. Getirdiğim
pelerinin kürkü az bulunur cinstendi; ne kadar nadir, ne
derece kıymetli olduğunu söylemeğe cesaret edemiyorum.
Modeli bile kendi icadımdı. Böyle havai şeylerde son derece
titiz olup hoppalığı aşırı bir dereceye vardırmıştım. işte, Mr.
Preston odanın kapısı önünde yerden aldığı pelerini bana
uzattığı zaman dehşet dolu bir hayretle gördüm ki, benimki
zaten kolumda idi, (şüphesiz onu düşünmeden koluma
almıştım.) Bana verilen pelerin ise en ince teferruatına kadar
benimkinin aynıydı! Bana bu kadar korkunç bir tarzda
meydan okuyan garip mahlûkun bir pelerine bürünmüş
olduğunu hatırlıyordum. Diğer arkadaşlardan hiçbiri pelerinle
gelmemişti. Kendimi toparlayarak Preston’un verdiği pelerini
aldım. Kimsenin dikkatini çekmeden benimkinin üstüne
koydum ve çatık kaşlarla onlara meydan okuyarak odadan
çıktım. Ertesi sabah daha ortalık aydınlanmadan, alelacele,
öldürücü bir korku ve utanç içinde Oxford’dan Avrupa’ya,
doğru yollandım.
Beyhude kaçıyordum. Benim mel’un kaderim âdeta
sevinç içinde beni takip ediyor ve esrarengiz hâkimiyetinin
henüz başlangıçta olduğunu bana gösteriyordu. Paris’e ayak


basar basmaz Wilson’un işlerimle olan uğursuz alâkasının
yeni bir delilini daha gördüm. Seneler geçti, rahat yüzü
görmedim. Alçak! Roma’da arzularımla arama beklenmedik
ve biçimsiz bir anda tayf gibi girdi! Viyana’da da öyle -
Berlin’de de Moskova’da da! Acı bir sebepten dolayı bütün
kalbimle ona lânet etmediğim hangi memleket kaldı! Nihayet
hikmetinin anlaşılmayan zulmünden bir afetten kaçar gibi
dehşete kapılarak dünyanın öbür ucuna kadar kaçtım. Fakat
beyhude kaçıyordum.
Daima ruhumla gizli gizli birleşerek ona “Kimdir?” - “
Nereden geliyor?” - “ Maksadı nedir?” - suallerini soruyor,
fakat cevap alamıyordum. O zaman onun küstahça
takibindeki metodu, şekil ve gayeyi inceden inceye tahlil
ettim. Burada da üzerinde durulabilecek tek bir şey
bulamıyordum. Birçok defalar yolumun üzerine çıkması
ancak benim plânımı bozmak, işlerimi karıştırmak içindi;
şayet bu plânlar harfi harfine yerine getirilseydi acı bir
felâketle neticelenebilirdi... Bu derece istibdat dolu bir
tahakküm için hakikaten ne yoktan bir mazeret!
Şuna da dikkat etmeğe başlamıştım ki, cellâdım uzun
zamandan beri ne vakit arzularıma müdahale etse, yüzünün
çizgilerini asla göstermeden hareket ediyor, bir taraftan büyük
bir ihtimam ve harikulade bir maharetle giyinişimin aynını
taklit ederek hevesini alıyordu. Kim olursa olsun, bu Wilson,
yapmacığın, yahut çılgınlığın ta kendisiydi. Bana Eton’da
nasihat veren, Oxford’da namusumu kirleten, - Roma’da
ihtirasıma, Paris’te intikamıma, Napoli’de çılgınca aşkıma
mâni olan, Mısır’da beni haksızca itham eden büyük
düşmanım, benim zebanim olan bu adamın, kolej hayatında
adaşım, arkadaşım, rakibim; Dr. Bransby’nin mektebinde


korktuğum ve nefret ettiğim o William Wilson olduğunu
tanımayacağımı bir an olsun tasavvur edebilir misiniz?
İmkânsız! - Yalnız bırakınız da facianın müthiş olan son
sahnesini bir an evvel anlatayım:
O zamana kadar onun tahakkümüne sessiz sedasız
tahammül etmiştim. Wilson’un üzerimdeki hâkimiyetini, her
yerde mevcudiyetini, üstün zekâsını ve yüksek seciyesini
derin bir dehşet hissiyle görmeye alışkındım. Fakat bazı
hususiyetlerini zihnimde daimî bir korku ile büyüttüğüm için,
ona karşı aşırı bir zaaf ve çaresizlik içinde olduğumu
hissediyordum. 
Müstebit 
arzularına 
boyun 
eğmek
istememekle beraber, bu his beni onun üstünlüğüne
inandırıyordu. Bu son günlerde kendimi tamamen şaraba
vermiştim. Şarabın üzerimdeki çıldırtıcı tesiri sabır ve
kontrolümü tüketiyordu. Tereddüde, mukavemete, kendi
kendimi yemeğe başlamıştım. Ben metin olduğum nispette
cellâdımın da metanetinin azalacağı düşüncesi mi beni
kandırıyordu? Her ne hal ise... Fakat şimdi ateşli bir ümidin
ilhamını hissetmeğe başlamıştım; ve nihayet gizlice, haşin ve
meyus bir metanetle zihnimde, bu esaretten kurtulma fikrini
kurmağa başladım.
18.. senesi Karnavalında Roma’da, Dük Di Broglio’nun
sarayındaki bir maskeli balodaydım!. Şarap masasında her
zamankinden fazla kendimi koyuvermiştim. Kalabalık
salonların boğucu havası beni tahammül olunmaz derecede
sıkıyordu. Bu kargaşalıkta yol açmanın güçlüğü ile bir kat
daha asabileşmiştim; çünkü endişe içinde (buna lâyıktır
demeyeceğim) yaşlı, bunak Di Broglio’nun genç, şen ve güzel
karısını arıyordum. Kadın lüzumundan fazla bir yakınlık ve
itimatla bana giyeceği elbisesinin mahrem olan modelini


söylemişti. İşte onu görür görmez yanına ulaşmak için acele
ile kendime yol açmaya çabalıyordum. Bu esnada bir elin
hafifçe omzuma dokunduğunu hissettim. Sonra hiç
ummadığım o derin, o mel’un fısıltı kulağıma geldi.
Büyük bir öfke ile çılgına dönerek beni rahatsız eden
adama atıldım ve şiddetle yakasından yakaladım. Tahmin
ettiğim gibi benimkinin tamamıyla aynı bir elbise giymişti;
arkasında mavi kadifeden bir İspanyol pelerini, belinde bir
kuşak ile buna bağlı kızıl renkli kemerin ucunda bir kılıç
vardı. Siyah ipekten bir maske yüzünü tamamıyla örtüyordu.
Hiddetten boğulmuş bir sesle haykırdım; her heceyi
söyleyişimde gazabımı sanki biraz daha körüklüyordum:
“Alçak!.. Sahtekâr!.. Mel’un köpek!.. Beni ölümüme
kadar takip etmeyeceksin! Edemeyeceksin, anlıyor musun,
edemeyeceksin!.. Yürü, yoksa seni şuracıkta şişlerim!..”
Yandaki küçük odaya geçmek üzere kalabalıkta kendime
bir yol açtım. Onu da mukavemet edilmez bir surette
sürüklüyordum. Odaya girince onu ileri doğru fırlattım.
Sendeleyerek duvara çarptı. Küfrederek kapıyı kapadım.
Kılıcını çekmesini emrettim. Bir saniye tereddüt etti, hafifçe
içini çekerek ses çıkartmadan kılıcıyla kendini müdafaaya
başladı.
Mücadele şüphesiz çok sürmedi. Hiddetten çılgına
dönmüştüm ve tek kolumda birçok insanın kuvvetini,
iktidarını hissediyordum. Birkaç saniyede onu bütün
kuvvetimle kaplamaya yapıştırdım. Artık elime düşmüştü;
vahşiyane bir huşunetle kılıcımı birbiri arkasına birçok
kereler göğsüne sapladım.


Bu esnada biri kapıyı açmaya çalıştı, derhal bizi rahatsız
etmesine mâni olmak istedim. Sonra, hemen ölüm, halindeki
hasmımın yanına döndüm. Fakat o anda gözlerimin gördüğü
manzara karşısında düştüğüm dehşet ve hayreti hangi insan
lisanı hakkıyla anlatabilir? Gözlerimi kapıya döndürdüğüm
kısa zaman zarfında odanın öbür ucunda bir değişikliğin
meydana geldiğini fark ettim. Orada, şimdi evvelce
görmediğim -belki de şaşkınlığımdan bana öyle gelmişti-
geniş bir ayna duruyordu. Ben aynaya doğru son derece
dehşet içinde yürüdüğüm sırada, kendi hayalim rengi uçmuş,
yüzü kana bulanmış bir halde sendeleyerek, yavaş yavaş bana
doğru ilerliyordu.
Bana öyle geliyor dedim. Fakat öyle değildi. Bu benim
hasmımdı - ölümü ile can çekişerek karşımda duran hasmım
Wilson’du. Maskesi ve pelerini döşeme tahtalarının üzerinde
duruyordu. Elbisesinin her bir ipliği maruf ve garip simasının
her bir çizgisi benimkinin tamamıyla aynıydı.
Evet, bu Wilson’du. Ama artık fısıltı ile konuşmuyordu.
Hatta şu sözleri söylediği zaman kendim söylüyorum
zannettim:
“Kazandın! Ben ölüyorum. Fakat bu andan itibaren sen de
ölüsün. Dünya için, ahret için, ümit için ölüsün! Sen bende
yaşıyordun. İşte ölümümde kendi hayalini gör. Bak nasıl
kendini, kendi elinle katlettin.”
NOTLAR
[1]
Roma İmparatorlarından kötü ahlakıyla meşhur biri. (
Çevirenin notu)
[2]
Fransızca: Ah, ini demir asır, ne mesut çağdı!



Download 5,65 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   66




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©hozir.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling

kiriting | ro'yxatdan o'tish
    Bosh sahifa
юртда тантана
Боғда битган
Бугун юртда
Эшитганлар жилманглар
Эшитмадим деманглар
битган бодомлар
Yangiariq tumani
qitish marakazi
Raqamli texnologiyalar
ilishida muhokamadan
tasdiqqa tavsiya
tavsiya etilgan
iqtisodiyot kafedrasi
steiermarkischen landesregierung
asarlaringizni yuboring
o'zingizning asarlaringizni
Iltimos faqat
faqat o'zingizning
steierm rkischen
landesregierung fachabteilung
rkischen landesregierung
hamshira loyihasi
loyihasi mavsum
faolyatining oqibatlari
asosiy adabiyotlar
fakulteti ahborot
ahborot havfsizligi
havfsizligi kafedrasi
fanidan bo’yicha
fakulteti iqtisodiyot
boshqaruv fakulteti
chiqarishda boshqaruv
ishlab chiqarishda
iqtisodiyot fakultet
multiservis tarmoqlari
fanidan asosiy
Uzbek fanidan
mavzulari potok
asosidagi multiservis
'aliyyil a'ziym
billahil 'aliyyil
illaa billahil
quvvata illaa
falah' deganida
Kompyuter savodxonligi
bo’yicha mustaqil
'alal falah'
Hayya 'alal
'alas soloh
Hayya 'alas
mavsum boyicha


yuklab olish