Bèche de mer, genellikle bir bir buçuk metre
derinliğindeki suda yakalanır. Sonra kıyıya çıkarılır. Bir ucu
bıçakla, yumuşakçanın boyuna göre iki üç santim kadar
yarılır. Sonra gövdesi sıkılarak bu delikten eti çıkarılır. Bunlar
diğer küçük derin deniz yaratıklarınınkine benzer. Sonra
gövde yıkanıp belirli bir sıcaklıkta haşlanır. Su ne çok sıcak,
ne de çok soğuk olmalıdır. Sonra dört saatliğine toprağa
gömülüp ardından kısa bir süreliğine tekrar haşlandıktan
sonra, ya ateşte ya da güneşte kurutulurlar. En değerli olanları
güneşte kurutulanlardır. Ama ateşte otuz kat daha çabuk
kururlar. Yeterince kurutulduktan sonra, kuru ortamda iki üç
sene hiç bozulmadan saklanabilirler. Ama nem alıp
almadıklarına bakmak için birkaç ayda bir, örneğin senede
dört kere kontrol edilmelidirler.
“Söylediğim gibi, bèche de mer Çinliler için çok lüks bir
yiyecektir. Bunun son derece besleyici ve sağlığa faydalı
olduğuna, duyulan keskinleştirdiğine inanırlar. Birinci sınıf
olanların kilosu bir buçuk dolardan; ikinci sınıfın kilosu bir
dolar yirmi beş sentten; üçüncü sınıfınki seksen beş sentten;
dördüncü sınıfınki elli sentten; beşinci sınıfınki otuz beş
sentten; altıncı sınıfınki yirmi sentten; yedinci sınıfınki on beş
sentten; sekizinci sınıfınki altı sentten satılır. Ama Manila,
Singapur ve Batavia’da perakende olarak daha pahalıya
satılabilir.”
Böylece anlaşma yaptıktan sonra, hemen binaların
kurulması ve av sahasının temizlenmesi için gerekli tüm
malzemeleri karaya indirme işine giriştik. Koyun güney
kıyısına yakın bir yerde düz ve geniş bir arazi seçtik. Burada
bol miktarda ağaç ve su vardı. Ayrıca bèche de merin
yakalanacağı sığ kayalıklara da yakındı. Hep birlikte
çalışmaya başlayıp vahşileri şaşırtacak kadar kısa sürede pek
çok ağaç devirdik. Sonra bunları hemen kesip binaların
iskeletini kurmakta kullanmaya başladık. İki üç gün içinde
binaların büyük kısmını inşa etmiştik. Geri kalanını adada
bırakacağımız üç adam tamamlayabilirdi. Bu adamlar John
Carson, Alfred Harris ve Peterson idi (sanırım hepsi de
Londralı’ydı). Bu iş için gönüllü olmuşlardı.
Ayın sonunda yola çıkmak için gerekli tüm hazırlıkları
tamamlamıştık. Ama gitmeden önce köye resmi bir ziyarette
bulunacağımıza söz vermiştik. Too-wit sözümüzü tutmamızda
öyle ısrar etti ki, onu gücendirmek istemedik. O sırada artık
hiçbirimiz vahşilerin iyi niyetinden şüphe duymuyorduk.
Hepsi de bize çok iyi davranmış, yardım etmiş, sık sık
armağanlar vermişlerdi. Ayrıca tek bir kez bile hırsızlığa
kalkışmamışlardı; oysa yanımızdaki eşyalara büyük değer
verdikleri, onlara her hediye verişimizde sevinç çığlıkları
atmalarından belliydi. Özellikle kadınlar bir dediğimizi iki
etmiyorlardı. Sonuçta bize bu kadar iyi davranan insanlardan
şüphelenmemiz nankörlük olurdu. Oysa bu görünüşteki iyi
niyetliliğin aslında bizi yok etmek için hazırlanmış ayrıntılı
bir planın parçası olduğunu; sevip saydığımız o vahşilerin
aslında yeryüzünü kirleten en barbar, sinsi ve kana susamış
alçaklar olduklarını kısa sürede öğrenecektik.
Bir Şubat’ta köye gitmek üzere kıyıya indik. Her ne kadar,
söylediğim gibi, yerlilerden şüphelenmesek de, tedbiri elden
bırakmamıştık. Uskunada bıraktığımız altı adama güverteden
ayrılmamalarını ve vahşileri her ne sebeple olursa olsun
gemiye almamalarını tembihlemiştik. Tahta siperleri
kaldırmış; topları güllelerle, tüfekleri saçmalarla doldurup
ateşe hazırlamıştık. Gemi sahilin bir buçuk kilometre açığında
demir atmış, duruyordu. Hiçbir kano görülmeden ve anında
top ateşimize maruz kalmadan yaklaşamazdı.
Kıyıya inen grubumuz toplam otuz iki adamdan
oluşuyordu. Tepeden tırnağa silahlanmıştık. Yanımızda
tüfekler, tabancalar, palalar vardı. Ayrıca herkes uzun birer
denizci bıçağı taşıyordu. Bunlar ülkemizin batısında ve
güneyinde yaygın olarak kullanılan av bıçağına çok benzer.
Karaya inince bizi köye götürmek üzere yüz kara derili
savaşçı karşıladı. Silahsız olduklarını görünce şaşırdık. Too-
wit’e bunun sebebini sorduğumuzda, artık kardeş
olduğumuzu, bu yüzden silaha gerek olmadığını söyledi.
Bunu makul bulduk ve yolumuza devam ettik.
Daha önce bahsettiğim dereyi geçtikten sonra, köyü
çevreleyen sabun taşından tepelerin içinden geçen dar bir
geçide girdik. Bu geçit son derece kayalık ve engebeliydi.
Klock-klock’a ilk gidişimizde buradan geçmekte epey
zorlanmıştık. Uzunluğu iki üç kilometre vardı. Tepelerin
arasında her yöne kıvrılarak uzanıyordu (çok eskiden bir nehir
yatağı olduğu belliydi). Hiçbir kısmı yirmi metreden fazla düz
değildi, iki yanındaki kayalıklar ortalama yirmi yirmi beş
metre yüksekliğindeydi. Bazı yerlerde o kadar yükseliyorlardı
ki, içeri çok az gün ışığı girebiliyordu. Ortalama genişliği on
iki metre civarındaydı. Bazen öyle daralıyordu ki, beş altı
kişiden fazlası yan yana yürüyemiyordu. Kısacası, dünyada
pusu kurmak için bundan uygun yer bulunamazdı. Bu yüzden
doğal olarak geçide girmeden önce silahlarımızı hazırladık.
Şimdi düşününce, her ne sebeple olursa olsun, tanımadığımız
vahşilere kanıp o geçide girmemize şaşıyorum. Aptallık
etmiştik. Önümüzde ve arkamızda yürümelerine izin
vermiştik. Ama sayımızın çokluğuna, Too-wit ile adamlarının
silahsız olmasına, bizim ise ateşli silahlarla donanmış
olmamıza (yerliler henüz bunların gücünden habersizdi)
güvenerek; en çok da o şerefsiz vahşilerin uzun zamandır
sürdürdüğü dostluk numarasına kandığımızdan oraya girdik.
Önce onlardan beş altı tanesi, yol gösterme ve yoldaki iri
taşları kaldırma bahanesiyle geçide girdi. Sonra biz girdik.
Birbirimizden ayrılmamaya özen gösteriyor, bir arada
yürüyorduk. Arkamızdan vahşilerin geri kalanları geliyordu.
Tuhaf bir şekilde düzenli yürümeye özen gösteriyorlardı.
Dirk Peters, Wilson Ailen adlı bir adam ve ben, biraz
sağdan gidiyor, yürürken tepemizdeki kayalıkların tuhaf
şeklini inceliyorduk. Yumuşak kayalar arasındaki bir yarık
dikkatimizi çekti. Bir insanın rahatça girebileceği kadar
genişti. Tepenin içine doğru beş altı metre kadar düz
uzandıktan sonra sola sapıyordu. Görebildiğimiz kadarıyla on
sekiz yirmi metre boyundaydı. Duvarlarında iri fındıkları olan
bir iki küçük çalı bitmişti. Bunları görünce meraklandım ve
incelemek üzere yarığa girdim. Bir hamlede beş altı fındık
topladıktan sonra hemen geri döndüm. Dönünce Peters ile
Allen’ın peşimden gelmiş olduklarını gördüm. Geri
dönmelerini istiyordum, çünkü yarık iki kişinin yan yana
geçebileceği kadar geniş değildi. Bendeki fındıkların birazını
onlara vereceğimi söyledim. Bunun üzerine geri döndüler.
Tam Ailen yangın ağzına varmışken, birden hayatımda
duymadığım kadar müthiş bir gürleme koptu. Dünyanın
parçalandığını, kıyamet gününün geldiğini sandım.
Do'stlaringiz bilan baham: |