burası var oldukça
buralıyız,” dedim. “Özlü sözler tutkun nereden
geliyor?”
“Aslına bakarsanız, çok da ilginç bir hikâyesi yok, efendim.”
“Bırak da buna biz karar verelim, Randall,” dedi Karla.
“Pekâlâ. Önceleri sadece havadan sudan konuşurdum.” Bir bardağı yı
kamaya koyuldu. “İş için mi buradasınız, çocuğunuz var mı ya da neden
eşinizin sizi anlamadığını düşünüyorsunuz gibi sorular sorardım. Ama bir
süre sonra, müşterilerimle hayata dair gerçekleri paylaşmayı daha uygun bul
dum. Bir barmen asla bir iki cümleden fazlasını kurmaz. Bu bir kuraldır. Sizi
sıkmadım ya?”
“Hayır,” dedik koro hâlinde.
“Madem çok konuşamıyorum, bari söylediklerimin bir anlamı olsun de
dim. Bu gece bir istisna çünkü mesaim bitti. Sizi de sevdim. Daha şu kapıdan
içeri girdiğiniz ilk anda dikkatimi çektiniz. Ben insan sarrafıyım. Birinden hoş-
landıysam mutlaka bir sebebi vardır.”
Karla gülümsedi. “Özlü sözleri anlatıyordun.”
“Ah, evet. Çoğu zaman sohbet ağacını ben buduyorum. Tıpkı bir bon-
zai gibi. Sadece vurucu gerçeklerden bahsediyorum. Gerçek bir şifre gibidir.
İnsanlar onu duyduğunda, bütün kapılar açılır.”
“Randall,” dedi Karla gözleri cam gibi parlayarak. “Hikâyene bayıldım ama
önce şu kadehimi doldur bakayım.”
Randall iki kadehe şampanya, uzun bir bardağa bir soda daha koydu.
“Yerime bakacak arkadaş daha gelmedi ama mesaim yarım saat önce bit
tiğine göre ben de bir kadeh içebilirim. Kelimelerin sizi hiçbir zaman hayal
kırıklığına uğratmamasını diliyorum.”
“Buna içemem,” dedi Karla, “çünkü kelimeler insanı asla yarı yolda bırak
maz. Shantaram’la iki yıldır ilk kez kadeh tokuşturuyoruz, Randall ve bana
kalırsa, bu buluşmayı kader istedi. Ben üçümüze içiyorum.”
Bardağımı onlarınkine vurmak için uzattım ama Karla geri çekildi.
“Olmaz. Suyla kadeh tokuşturmak kötü şans getirir.”
“Saçmalama.”
“Çok ciddiyim.”
“Bir kereden bir şey olmaz.”
“Hayır. Sen inanmıyor olabilirsin ama bana saygı duymak zorundasın.
Ayrıca hayatında daha çok şanssızlığa ihtiyacın yoktur diye düşünüyorum.”
“Adamı vuracağın yeri iyi biliyorsun.”
“Seni iyi tanıyorum da ondan.”
O sırada yeni gelen biri bize çarptı ve bardaklarımız çarpıştı.
“Sen istesen de istemesen de kadehlerimiz tokuşmayı seçti,” dedim.
Karla bir an kaşlarını çattıysa da yine gülümsedi.
“Öyleyse bir kez daha kadeh tokuşturalım,” dedi. “Ama bu sefer su içme
yeceksin.”
“Yeşil gözlerine içiyorum. Tanrı onları hep korusun.”
“Buna içilir,” dedi Randall şampanyasından bir yudum alarak.
“Yeşil vezirlere,” dedi Karla bana gülümseyerek.
Kadehini kaldırdı, küçük bir yudum aldı ve yine bana baktı. O an bir dö
nüm noktasıydı ve bunu ikimiz de biliyorduk. Mükemmeldi.
“Lin!” diye bağırdı Vinson uzun parmaklı eliyle sırtıma bir şaplak indirerek.
Yanında Rannveig vardı. “Seni gördüğüme sevindim, adamım.”
Ben hâlâ Karla’ya bakıyordum. O da bana.
“Vinson,” dedim. Kendi sesim kulaklarımı tırmaladı. “Siz tanışmadınız gali
ba. Bu, Karla. Karla, bu da, Stuart Vinson. Ve bu da Rannveig. Havaalanındaki
yer var ya? Onun gibi okunuyor.”
“Karla!” diye bağırdı Vinson. “Nihayet tanışabildik.”
“Bunun sana bir faydası olacağını sanmam ama hadi öyle olsun bakalım,”
dedi Karla.
Vinson’ın aklı şimdiden karışmıştı. “Efendim?”
“Hakkımda bütün duyduklarının tarihi geçti.”
“Öyle mi?”
“Evet. Kendimi baştan yarattım.”
Vinson güldü.
“Vay canına. Ne zaman oldu bu?”
“Şu an hâlen oluyor,” dedi Karla gözlerini onunkilere dikerek. “Az daha
gayret edersen yetişirsin.”
Kalbim bir sarhoş gibi dans ediyordu. Onu o kadar çok seviyordum ki.
Kimse onun gibi değildi.
Sonra kıza döndü ve hatırını sordu. İşte o zaman, Rannveig’e baktım ve hiç
iyi görünmüyordu.
“Çok iyi,” dedi Vinson kolunu kızın omzuna atarak.
Hâlbuki Rannveig’in suratı kâğıt gibi bembeyazdı.
“Ona kötü günler geçirdin dedim. Çıkıp bir iki insan yüzü görmek iyi gelir
dedim.”
Vinson ona sıkıca sarıldı. Kızın kolları gevşekçe iki yanından sarkıyordu.
“Nasıl gidiyor, evlat?” diye sordum.
Kız mavi, buzdan bakışlarını yüzüme dikti.
“Ben çocuk değilim.”
“Tamam, kızma.”
“Üzerine alınma,” dedi Karla. “O bir yazar ve kendini büyükbabasından
bile yaşlı sanıyor.”
“Çok komik,” dedi Vinson.
“Sana gelince. Kızı koltuk altından hemen çıkar. Yoksa karışmam.”
Vinson şaşkınlıkla irkilirken Rannveig bunu fırsat bilip ondan bir adım
uzaklaştı.
“Randall,” dedi Karla. “Mesain bitti biliyorum ama bu acil bir durum. En
temiz bardaklarını ve en pis şakalarını istiyorum, anlaştık mı?”
“İstekleriniz benim içim emirdir, hanımefendi,” dedi Randall elinde yılan
balıkları gibi yüzen bardaklarla.
“Bak ya,” diye homurdandı Vinson. “İki dakikada sevgilimi çaldı.”
“Ne ara sevgili oldunuz?”
“Dostum,” dedi pişmiş kelle gibi sırıtarak. “Ben sana karakolda demedim
mi? Bu kız benim kaderim. Onun için deli oluyorum. Onu gördüğüm gibi
kalbim çarpmaya başlıyor.”
“Ağır ol, Vinson. Daha yeni yere çakıldı.”
“Ne?”
“Diyorum ki, kız daha birkaç gün önce bir ölünün yanında uyandı. Hemen
toparlanmasını bekleme.”
“Ah, tabii canım. Bir dakika, bir dakika. Onun bu durumundan faydalan
dığımı düşünmüyorsun, değil mi? Ben öyle biri değilim.”
“Biliyorum.”
“Ona elimi bile sürmedim.”
“Biliyorum.”
“Hayatta da yapmam.”
“Biliyorum.”
“Ben öyle bir adam değilim,” dedi yine.
Birden yoruldum. Öfkeli bir yorgunluktu benimkisi. O an düz, beyaz ve
ucunda bir yastık olmayan her şeye sinir olabilirdim.
“Eğer öyle bir adam olduğunu düşünseydim yanına bile yaklaşmana izin
vermezdim.”
Birden horoz gibi diklendi.
“Sen beni tehdit mi ediyorsun? Ne zaman istersen kozlarımızı paylaşırız,”
diye boş tehditler savurdu.
“Böyle zırvalıklarla uğraşacak zamanım yok, Vinson. Rannveig’le senden
önce tanıştım ve hatırlarsan, onu hapisten ben çıkardım. Sana diyorum ki, onu
zorlama. Üzerinde baskı yaratma. Bu kadarına da hakkım olsun artık. Ama
yok, hâlâ benimle bir alıp veremediğin varsa beş dakikaya aşağıda, motorumun
başında olacağım.”
Birbirimize baktık. Onun gururu ve benim öfkem çarpıştı. Klasik erkek
muhabbeti işte. Vinson’ı severdim. O da beni severdi. Ve her an dövüşebilirdik.
“Onunla ne zaman tanıştın?” diye sordu az sonra.
“Karakoldaki o günden önce.”
“Bana neden söylemedin?”
“Rannveig neden söylemedi? Belki de seni ilgilendirmediği içindir. Ama içi
ni rahatlatayım. Bir gün Leo’nun önünde sokakta karşılaştık. Erkek arkadaşını
bekliyordu. Tamam mı? İnanmıyorsan ona sorabilirsin.”
“Ben sadece... ona çok değer veriyorum, dostum. Şimdiye dek bunu anla
mış olman gerek.”
“Biliyorum. Senin yanında olduğu için içim rahat. Ben de onu diyordum
zaten. Sen iyi birisin. Seninle güvende olacağından yüzde yüz eminim. Ama
ağır ol. Sevgilisi daha yeni öldü. Onun bir dosta ihtiyacı var. Arkadaşlık kısmı
hallolana dek sevgilik kısmı bekleyebilir.
Rahatlayarak derin bir iç çekti.
“Vay canına. Birden sinirim zıpladı, Lin. Az kalsın...”
“Dinle beni. Şimdilik bu kız için yapabileceğin en iyi şey onu sevgilisinin
intihar etmediğine inandırmak. Olayla hiçbir ilgisi olmamasına karşın kendini
suçluyor. Kullandıkları eroin çok güçlüymüş. O hafta üç çocuk ölmüş. Kızın
bunu anlamasını sağla.”
“Sağ ol, Lin. Demin sana yok yere diklendim. Ne olur, kusuruma...”
“Boş ver. Ben de sert çıktım. Lisa’yı gördün mü?”
“Evet. En son şu sanatçı herifleydi. Uzun boylu, saçları inek yalamış gibi
duran adamla.”
“Sağ ol. O adam galerinin ortaklarından. Lisa’yı bulamazsam eve gidece
ğim. Onu ya da yanındaki adamı görürsen söyler misin, lütfen? Hadi, kendine
iyi bak.”
“Dur,” dedi Vinson bana elini uzatarak. “Teşekkür ederim. Rannveig’e iyi
bakacağım. Gözün arkada kalmasın.”
“Tamam,” dedim ondan yine hoşlanarak. İçimden ikisine mutluluklar
diledim. Onları bir daha hiç görmesem de iyi oldukları sürece umurumda
değildi.
DAĞ GÖLGESİ ■ 317
Bütün odalar içki içen ve gülüşen insanlarla doluydu. Her birinde Lisa’ya
bakındım. Sorduğum herkes onu bir süredir görmediklerini söyledi. Nihayet
kapıya ulaştım.
Karla, Rannveig’le dans ediyordu. Bir an durup ona baktım. Kalçaları de
niz, gözleri yiv, elleri kobraydı:
Karla.
.^Vkrep George, Naveen Adair ve Divya Devnani asansörden birlikte indi.
“Lin!” diye bağırdı Naveen. “Nereye dostum? Parti daha yeni başladı.”
“Benim uyku saatim geldi,” dedim asansöre binip kapıların kapanmaması
için düğmeye basarak. “Bir dakikan var mı, Naveen?”
“Biraz daha kal,” diye yalvardı Akrep. “Leopold’de silahlı bir çatışma olmuş.
Bize onu anlat. Herkese soruyorum, kimse konuşmaya yanaşmıyor.”
“Başka zaman, Akrep.”
“Seninle aşağı inelim,” dedi Naveen diğerlerini tekrar kabinin içine çekerek.
Kapılar kapandı ve içeride yalnızca biz ve aynadaki yansımalarımız kaldı.
“Yukarıda taş gibi bir Amerikalı hatun vardı,” dedi Divya. “Sarışın, ela göz
lü. Tanıştın mı onunla?”
“Evde beni bekleyen taş gibi hatuna saygısızlık etmek istemedim.”
“Ama bu kız...”
“Divya, lütfen.” Sesim planladığımdan daha sert çıkmıştı.
“Anan baban sana bir kadınla nasıl konuşulacağını öğretmedi mi?” diye
çemkirdi.
“Kusura bakma. Biraz zor bir...”
“O Amerikalı kızla ben tanışsam?” diye atladı Akrep.
Hepimiz sert bakışlarla ona döndük.
“Ya yok... yani Lin şey deyince.
“İmaj yapmışsın, Akrep,” dedim.
Uzun saçlarını enseden toplamıştı. Üzerinde sarı bir gömlek ve yeni bir
kot vardı. Gümüş tokalı bir kemer takmış ve kovboy çizmeleri giymişti. Orta
parmağındaki yüzük dikkatimi çekti. Kare şeklinde bir oniks taşının üzerinde
altın bir Yunan savaş miğferi kabartması.
“Çok mu abartı?” diye sordu boy aynasında kendine bakarak. “Divya’nın
fikriydi. Dedi ki...”
“Hayır. Beğendim,” dedim. “Tam bir milyoner gibi görünüyorsun. Bravo,
Divya.”
“Otuz beş milyonluk bir milyoner gibi,” dedi Divya. “Ayrıca bir daha bana
Divya dersen taşaklarına yumruğu yiyeceksin. Bak, boyum da kısa. Hedefi tam
on ikiden vururum, ona göre. Diva, be adam! Diva!”
“Ayağını denk al, dostum,” dedi Naveen. “Yapar mı yapar valla.”
“Tamam, bundan sonra benim için Diva’sın.”
Güzel ve mağrur yüzüne baktım. Diva kısa boylu bir kızdı ve hep topuklu
ayakkabı giymekten hafifçe öne eğilmiş gibi duruyordu. Bu hâliyle avını göz
leyen bir leopara benziyordu. Duruşunu seviyordum. Kendisini de öyle. Ama
şimdilik tek istediğim eve gitmekti.
Lobinin kapıları açıldığında kendimi dışarı attım.
“Seni biraz daha kalmaya ikna edemez miyiz?” diye sordu Naveen.
“Bu gece değil.”
Ona doğru eğilip fısıldadım.
“Leopold’deki o gün, iyi ki oradaydın, Naveen.”
“Nerede hareket orada ben,” dedi usulca.
“Didier senden yardım isteyebilir. Ondan Lisa’ya göz kulak olmasını iste
dim. Ben bir süre ortadan kaybolacağım.”
“Nereye?”
“Bir hafta yokum. Döndüğümde anlatırım.”
“Peki.”
“Hey, Akrep!” diye bağırdım. “Hemen kızın üzerine atlama.”
“Sarışının mı?”
“Aslında, hepsinin.”
Vedalaşıp ayrıldık ve onlar yukarı çıkarken, ben güvenlikçilere bahşiş verip
motoruma atladım.
Yağmurda Marine Caddesi’ni iki kere turladım. Sonra döndüm ve eve yö
neldim.
O sırada bunu bilmiyordum tabii ama çiçekler kadar iri damlaların toprak
ve suyla buluştuğu o sağanak, Bombay’da mevsimin son şiddetli yağmuruydu.
Ada Şehri’nin sokaklarını yıkayan seller her bir tozlu toprak parçasını yeşil
lendirerek güneye, Madras’a doğru yola çıkmadan önce Sri Lanka’ya ve onlara
hayat veren büyük okyanuslara doğru tırmandı.
Her adımımda mermer zemini ıslatarak apartmanın merdivenlerini ikişer üçer
çıktım. Lisa evde değildi. Soyundum, suratımdaki kesikleri dezenfektanla temiz
ledim ve duşa girdim. Soğuk su bir kırbaç gibi sırtımı döverken öylece dikildim.
r
320 ■ Gregory David Roberts
Sonra giyindim ve kendime kahve yapacaktım ki, Lisa geldi.
“Lin! Neredeydin? İyi misin? Bakayım yüzüne.”
“Ben iyiyim. Sen nasılsın? Bir yaramazlık yok ya?”
“Kendinle gurur duyuyor musun bari?”
“Efendim?”
Ellerini göğsüme koyarak beni itti. Sonra metal bir vazoyu bana fırlattı.
Hızla eğildiğimde vazo rafa çarptı ve üzerindeki her şey yere indi.
“Eve böyle gelmeye utanmıyor musun?”
“Ben...”
“Sokak ortasında çete hesaplaşmaları! Bu ne ya? Ne zaman büyüyeceksin sen?”
“Ama ben...”
“Leopoldde ona buna ateş açmak nedir? Kafayı mı yedin?”
“Ben kimseyi...”
“Sonra da Karla’yla dağa kaçmışsın.”
“Hah, şimdi anlaşıldı,” dedim.
“Bravo!” diye bağırdı ve bu sefer de bir küllük fırlattı.
Sonra birden ağlamaya başladı. Kanepeye oturup ellerini kucağında kavuş
turdu.
“Tamam. Sakinleştim,” dedi.
“Emin misin?”
“Evet.”
«'
t
«
n
lamam.
“Seninle ilgisi yok,” dedi.
“Yok. Haklısın aslında.”
“Hayır, cidden.”
“Lisa, inan orada olduğundan haberim yoktu. Ama hazır Karla demişken.
“Ah!” diye bağırdı raftan yere düşenleri işaret ederek. “Kılıca bak! Özür
dilerim. İstemeden oldu.”
Khaderbhai’nin Tariq’a bıraktığı kılıç kırılmıştı. Sapı iki parça hâlinde yer
de duruyordu.
Onu hayretle aldım. Afganistanda İngilizlere karşı verilen savaşta nice kah
ramanlıklara imza attıran bir silahın bu kadar kırılgan olması inanılır gibi de-
ğildi.
“Yapıştırabilir misin?” diye sordu Lisa dehşetle.
“Döndüğümde bir çaresine bakarım,” dedim kırık kılıcı ve parçalarını cam
lı dolaba kaldırarak. “Yarın Sri Lanka’ya gidiyorum.”
“Lin... hayır.”
Banyoya gidip bir duş daha aldım. Lisa da yıkandı ve birlikte kurulandık.
Aynaya doğru eğilip Concannon’ın sopasının sol yanağımda açtığı çirkin yara
ya bir bant yapıştırdım.
Lisa hiç durmadan Sri Lanka’nın tehlikelerinden söz ediyordu. Ranjit’in
gazetesinde okuduklarını sayıp döküyor, Sanjay Şirketi’ne hiçbir borcum ol
madığını söylüyordu.
Sözlerini bitirdiğinde ona bir süreliğine Bombay’dan ayrılması için yalvar
dım. Leopold’de olanlar hakkında bütün bildiklerimi anlattım ve onu işlerin
daha da kötüye gideceği konusunda uyardım. Concannon’la uzlaşmadan bu
mesele hallolmayacaktı.
“Bu kadar felaket tellallığı yeter,” dedi. “Şimdi sıra bende.”
Yatağa uzanıp sırtımı yastıklara dayadım. Lisa kollarını belinde kavuşturup
kapıya yaslanmıştı.
“Dinliyorum,” dedim.
“Madem seni gitmekten vazgeçiremiyorum, diğer sorunları konuşalım.”
“Aslında...”
“Kadınlar bilmek ister,” dedi. “Sen bir yazarsın. Bunu anlaman gerekirdi.”
“Kadınlar tam olarak neyi bilmek ister, Lisa?”
O da yatağa uzandı.
“Her şeyi,” dedi elini bacağıma koyarak. “Bana hiç söylemediklerini mesela.
Hiçbir kadına söylemediklerini.”
Kaşlarımı çattım.
“Kadınlar duygusal, erkekler mantıklıdır derler. Saçmalık. Siz erkekler yap
tığınız şeyleri bizim bakış açımızdan görseydiniz ne kadar mantıksız davrandı
ğınızı anlardınız.”
“Öyle diyorsan.”
“Ama kadınlar gerçekten mantıklıdır. Netlik isterler. Bir cevap isterler. Bu
işte var mısın, yok musun? Bir kadın bunu bilmek ister. Kadınlar cesaretten
hoşlanır. Bizim kitabımızda mantık budur.”
“Biz tam olarak neden bahsediyoruz, Lisa?”
“Karla’dan tabii.”
“Ama ben...”
“Sen ve Karla,” dedi. “Karla ve sen. Dağda neler oldu bilmek istiyorum.
Önceden söyleyeyim, kendimi her ihtimale hazırladım.”
İşte birden çözülüvermiştik. Biz iki aynı akıldık. İki ayrı varlık. Dönerek
birbirlerinden uzaklaşan ve geride bir zamanlar birbirlerine dokunan hayalet
uzuvlar bırakan iki paradigma.
“Kurtulamıyorum, Lisa,” dedim. “Sorun Karla değil, benim ve...”
“Karla’yla seninle ilgili bir teorimiz var,” dedi sabırsızca,
leorı mı?
“Kayanideki öğle yemeğinde bunu konuştuk.”
Feynman vaktiyle, kuantum teorisini anladığın an aslında onu anlamamış-
sındır, demişti. Lisanın neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
“Biz neden bahsediyoruz?” diye sordum açıkça.
“Bunun onunla bir ilgisi yok, Lin. Seninle de yok. Bu tamamen benimle
ilgili.”
“Ben de onu söylüyordum ya.”
“Hayır. Sen Karla ve senden bahsediyordun. Bunu anlıyorum ama mesele
başka. Asıl mesele benim.”
“Hangi mesele?”
“Bu işte. Şu anda beni konuşuyoruz.”
“İyi de bu konuşmayı ben başlatmadım mı?”
Lisa kaşlarını çattı. “Hayır, ben başlattım.”
“Başlattığında ben yanında mıydım?”
“Bak, Lin. Aynı anda iki insanı birden sevemezsin. Ya da en azından, doğ
ru olmaz. Kimse yapamaz bunu. Karla da yapamaz, sen de. Seni anlıyorum.
Cidden. Ama bir şey hem hüzünlü, hem romantik, hem boktan, hem heyecan
lı, hem de muhteşem olamaz. Bu meselenin onunla bir ilgisi yok. Seninle de
yok. Konu benim, Lin.”
“Tamam. Senin neyini konuşacağız? Bari onu söyle.”
“Beni. Bütünümü. Tamamımı.”
“Rica etsem, en baştan başlayabilir miyiz?”
Meydan okurcasına gözlerimin içine baktı.
“Kadınlar bilmek ister. Bu kadar basit.”
“O kadarını anladım.”
“Bildikleri zaman her türlü zorlukla başa çıkabilirler.”
“Ne zorluğu?”
“Kendine işkence etmekten vazgeç, Lin. Kendine işkence etmekte bir nu
marasın. Hatta kendine işkence etme yarışması yapılsa altın madalyayı sen alır
dın. Bu huyundan nefret ediyorum sanma. Bazen hoşuma bile gidiyor. Ama
yeter. Bu gece senden ayrılıyorum ve bunu konuşmak istiyorum çünkü nede
nini bilmek isteyeceğini düşündüm.”
“Ben... elbette.
Ne?’
“Gerçekten bilmelisin.”
“Biliyormuş gibi yapamaz mıyım?”
“Dalga geçme.”
“Geçmiyorum. Sadece aklım karıştı.”
“Pekâlâ. Sebep şu: Senin hakkında bahaneler üretmekten yoruldum.”
“Arkadaşlarına mı, yoksa benim düşmanlanma mı?”
“Senin hakkında kimin ne düşündüğü umurumda bile değil,” dedi mavi
gözleri kor ateş gibi yanarak. “Kimsenin lafıyla da hareket etmediğimi bilirsin.
Ben senin işini sevmeni sevmiyorum, Lin.”
“Lisa...”
“İki tabancan, altı sahte pasaportun ve çekmecende altı milletin parasının
olması hoşuna gidiyor. Ve bunu sırf hayatta kalmak için yaptığını iddia ede
mezsin. Senin bundan daha zeki olduğunu biliyorum. Ben de öyleyim. Gerçek
şu ki, sen bütün bunlardan hoşlanıyorsun. Ben de kendimi ikna etmek için
senin adına bahaneler üretmekten sıkıldım. Bu yanını sevmiyorum. Üzgünüm
ama asla da sevemeyeceğim.”
Her erkek bir hapishanedir.
Ona Sanjay Şirketi’nden ayrılacağımı ve Sri Lanka’nın benim eve dönüş bi
letim olduğunu söylemeliydim. Lisa’nın hoşlanmadığı Lin’den bir adım uzak
tım artık. Fikrini değiştirmeyecekti ama bunu duymaya hakkı vardı. Her erkek
bir hapishanedir. Konuşmadım.
“Karla senin bu hâlini seviyor,” dedi rahat bir tavırla. “Hatta bana kalırsa
senin bu hâlinden senden bile daha çok hoşlanıyor.”
“Sen neredeydin, Lisa?”
Güldü.
“Gerçekten bilmek istiyor musun?”
“Sıkıldım bu muhabbetten. Evet, bilmek istiyorum, tamam mı?”
Doğrulup bağdaş kurdu. Gevşek bir atkuyruğu yaptığı saçları başını her
sallayışında sağa sola savruluyordu.
“Rish’i biliyorsun? Galerideki ortağım?”
“Şimdi kaç ortaksınız?”
“Altı. Her neyse...”
“Altı mı?”
“Evet. İşte...”
“Altı?”
“Her neyse dedim. Rish sürekli meditasyon yapıyor ve.
“Olamaz.”
“Ve yoga.”
“Tamam, yeter. Bana bütün bunların arkasında bir guru olduğunu söyler
sen gidip onu bir temiz dövmem gerekecek.”
“Benim gurum yok. Rish’in var. Ama olay bu değil zaten. Bunu bir guru
ya da Rish söylemedi. Galiba bir kadın söylemiş. Kim olduğunu bilmiyorum.
Ama Johnny Cigar bana bir kişisel gelişim kitabı verdi ve şu tesadüfe bak ki,
Rish de o gün bana aynı kitabı verdi. O kitapta bir söz vardı.”
“Ne sözü?”
“Rish’in bir yerden duyduğu ve bana söylediği söz.”
“Ne sözü dedim?”
Do'stlaringiz bilan baham: |