SORU: 9 — Bu sorunun cevabı ön sayfalarda verilmiştir.
SORU: 10 — Bu sorunun cevabı da verilmiştir.
SORU: 11 — Kur'an-ı Kerim'in mealini okudum hiç bir şey anlamadım. Bu
kitap, nasıl oluyor da Allah'tan geliyor?
CEVAP: Kardeşim Meral, çok önemli bir konuya değindin. Yıllar önceydi. Kur'an-ı çok
merak etmiş, ben de senin gibi mealini okumaya başlamıştım. Okudukça İslâm'dan daha
çok uzaklaşıyordum. Anlaşılmaz cümleler. Yok Hz. Meryem şöyle dedi, yok adam böyle
dedi. Bazı yerlerini ise hiç anlamıyordum. Kendi kendime söylenerek Kur'an-ı elimden
bıraktım. Halbuki siyasî görüşüm İslâmî idi. Hal böyle olmasına, yabancı gazeteler
okumama rağmen Kur'an'dan bayağı kopmuştum. Fakat yıllar geçti. Ben Rabb'imin lütfü
ile Arapça okumaya başladım. Alimlerin tefsirlerini az da olsa okudum. Hala da devam
ediyorum. Aradan geçen yıllardan sonra baktımki Kur'an-ı Kerim akıllara durgunluk
verecek güzellikte. O kadar ilginç, o kadar harikulade ki anlatamam. (287) Bir fatihaya,
"Manası bu kadardır" der, geçeriz. Halbuki on yıla yakındır İslâm ilimlerini tahsil etmeme
rağmen, henüz fatihanın ilk ayetini dahi tam anlamış değilim.
(286) Mahkum Duygular - E.Ş.
(287) Kur'an En Büyük Mucize Çev. Edip Yüksel. Edip Kardeşimiz ayrıca kendisi de harikulade ilaveler
yapmış. Bu kitabı mutlaka okumanızı tavsiye ederim.
Bir şeyin lügat manasını bilmek demek, o işin aslını bilmek değildir. Meselâ kubur;
kabirler, mezarlar demektir. Lügat manası budur. Ama mezar ne demektir? Nasıl bir
yerdir? Kimler gider oraya? Tüyler ürpertici cevaplar ve yine de tam idrak edilmesi oraya
gitmeden imkansız gibi olan bir şey... İşte Kur'an-ı Kerim' de böyle birden
anlaşılamayacak, bir kelimesinin yıllarca araştırmak-düşünmek gereği ve ihtiyacı olan
ayetler var. Hıristiyan veya bazı dini reddedenler, Kuranın meal (eksik) manasıyla hüküm
veriyorlar. Tabi hal böyle olunca da, hiç bir şey anlamıyorlar. Bir örnek daha verelim.
Şarab içilen demektir. Yani şarabın manası, bir şeyi içmeye gelir. Mazisi şeribe'dir. Adam
tutuyor, "Kur'an'da şarab haram; rakı haram değildir" diyor. Halbuki Kur'an'da sarhoş
edici içki haramdır deniyor. Adam tutmuş içkisinin adını Arapça, "şarap" koymuş. Halkın
zaten dîninden haberi yok ki. Şarabın isminden haberi olsun. Gümbürtüye giden onu
içenler oluyor. Görüyorsun değil mi? Sanki adamlar Arapça'yı çok seviyormuş gibi içkisinin
ismini Arapça koymuş.
Neticede Türkçe'de suyun -içilenin- Arapça ismi şaraptır. Bu içilen herhangi birşey sarhoş
edici ise, o içilen (şarap) haramdır.
İşte Kur'an'da buna benzer ayetler çoktur. İstersen Yasin suresinden bir misal vereyim.
Yalnız burada okuduğumuzla kalmayacağız. Başkalarına anlatacağız. Şahsen ben, ilk defa
nüzul sebebini okuyunca çok hayret etmiştim. Yani bu kadar güzel olan manasının mealle
anlaşılmamasına üzülmüştüm.
Adı geçen sayfayı vermeden önce bir açıklama yapalım.
Kur'an-ı Kerim Allah ile kul arasına inmiştir. Kur'an dünya tarihidir. Kuran Allah sözüdür.
Kur'an-ı Kerim'deki geçmiş olaylar, Allah'ın bize bildirmesi, bir ikazıdır. Meselâ bir
annenin çocuğuna, "Ağabeyine şöyle bir ceza verdim" gibi bir tehdidi maziden
bahsetmektedir. Fakat annenin karakteri gerçekten o işi yapacağını da bildirir.
İşte Allahu Teala da, teşbihte hata yoktur dedik, aynı misal, geçmişteki olayları bize
bildiriyor. "Kulum geçmişe bakın, ibret alın ben bunları, bana asi gelene yaptım, beni
dinlemezseniz size de yaparım" gibi. Geçmişten bahseden ayetler ve tembihtir ya da
örnektir, bunu biliniz...
Şimdi konuya giriyorum. Elimize bir meal aldık. Üzerinde "Kur'an-ı Kerim ve Meal-i Âlisi"
yazıyor. A. Fikri Yavuz Türkçe'ye çevirmiş. Sayfaları açıyoruz? İlk defa açtığımızı
düşünüyoruz ve Yasin suresinin ikinci sayfasını büyük bir heyecanla okuyoruz. 13 ayetten
başlıyor.
13 — "(Ey resulüm) Mekke halkına, o şehir halkının (Antakya'lıların) halini misal göster.
Hani oraya (İsa'nın gönderdiği) elçiler gelmişti."
14 — "O vakit kendilerine (İsa'nın Havarilerinden) iki elçi göndermiştik de bunları tekzip
etmişlerdi. Biz de üçüncü bir elçi ile bu ikisini takviye etmiştik. (Bu üç elçi varıp Antakya
halkına) şöyle demişlerdi: "Gerçekten biz, size gönderilmiş elçileriz."
15 — "Onlar dediler ki: "Siz, ancak, bizim gibi bir insansınız (bize bir üstünlüğünüz yok),
hem Rahman Allah bir şey (kitap) indirmemiştir. Siz, sırf yalan söylüyorsunuz."
16 — "(Elçiler, onlara şöyle) dediler: "Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş
elçileriz."
17 — " Bize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir."
18 — "(Onlar, elçilere) dediler ki: "Doğrusu biz, sizinle uğursuzlandık. Eğer (bu
sözünüzüzden) vazgeçmezseniz, muhakkak sizi taşla öldürürüz ve herhalde size bizden çok
acıklı bir azap dokunur."
19 — (Elçiler) dediler ki: "Uğursuzluğunuz yanınızdadır. Nasihat edilirseniz mi (bunu
uğursuzluğa yoruyorsunuz ve bizi tehdit ediyorsunuz?). Doğrusu siz, haddi aşmış bir
kavimsiniz."
20 — (O esnada, elçilerin geldiğini haber alan ve Allah'a ibadet etmekte olan) bir adam
(Habibü'n-Neccar), şehrin ta ucundan koşarak geldi (ve şöyle) dedi: "Ey kavmim, uyun bu
gönderilen elçilere."
21 — Uyun sizden bir ücret istemeyen kimselere ki, onlar hidayet üzeredirler.
22 — Hem bana ne oldu ki, ben Yaradana ibadet etmeyeyim? Hepiniz de döndürülüp ona
götürüleceksiniz.
23 — Hiç ben Ondan başka tanrılar edinir miyim? Eğer O Rahman (Allah) bana bir keder
murad ederse, o tanrıların şefaati bana hiç bir fayda vermez; ve onlar beni kurtaramazlar.
24 — Şüphe yok ki, o takdirde ben, apaçık bir sapıklık içindeyim.
25 — Haberiniz olsun ki, ben Rabb'inize iman getirdim; gelin beni dinleyin."
26 — (Onun nasihatlarına rağmen, kavmi onu öldürdüler. Ruhuna hitaben şöyle) denildi:
"Haydi, gir cennete. (Cevap olarak ruhu şöyle) dedi: "Ne olurdu, kavmim bilselerdi, tasdik
etselerdi?
27 — Rabbim'in beni bağışladığını, beni cennetle ikram edilenlerden kıldığını..."
Evet baştan aşağı bir sayfayı okuduk. Eminim ki daha önce bu konuyu bilmeyenler pek bir
şey anlamadılar.
Şimdi bir de nüzul sebebiyle beraber okuyoruz.
"İsa Aleyhisselam'ın havarilerinden iki elçi emri bil-mâruf (Allah'ın emirlerini bildirmek)
yapmak için Antakya'ya giderler. Şehre girmeden önce orada koyun güden bir ihtiyar
görürler. İhtiyara selam verirler. Bu zat sahibi Yasin Habib el-Neccar idi. Habib Neccar
"Siz kimsiniz?" diye soruyor. Onlar da, mucizeler gösteren İsa'nın elçileri olduklarını
söylüyorlar. Bu elçiler Habib Neccar'ın kızını mucize olarak tedavi ediyorlar. Habib Neccar
bunlara iman ediyor. Onlar daha sonra Antakya'ya geliyorlar. Orada vaaz verdikleri
Antakya'nın o zamanki melikinin (hükümdarın) adı Entihas idi. Bu iki elçiyi ona haber
verdiler. O da emir vererek onları hapse attırdı. "İşte habibim anlat misal ver. O şehir
halkının olayını. Hani elçiler gelmişlerdi. O vakit İsa'nın havarilerinden iki elçi
göndermiştik de o iki elçiyi yalanladılar. Sonra biz üçüncü elçiyi gönderdik." Üçüncü elçi
çok daha bilinçliydi. Şehre geliyor, ilk önce arkadaşlarını araştırıp buluyor. Bakıyor ki onlar
hapiste. Bir yolunu bulup onlarla konuşuyor. Onlara "Siz ne kadar kötü iş yaptınız böyle?...
Önce bu şehir halkına kendinizi sevdirseydiniz, ondan sonra anlatsaydınız ya İslâm'ı (o
zamanki adı Hıristiyanlıktı. Fakat o zamanki Hristiyanlar Allah'a karşı gelip İsa ruhtur, İsa
Rab'dır demiyorlardı.) Birden bire niçin onların putlarına hakaret ettiniz?"
Bu görüşmelerden sonra üçüncü elçi kendisini o çevrede sevdiriyor. Halk bu elçiyi çok
seviyor. Bir gün hükümdara gidip, "Bizim şehrimize çok akıllı bir adam geldi" diyorlar.
Hükümdar üçüncü elçiyi huzuruna davet ediyor. Onunla kısa zamanda dostluk kuruyorlar.
Birgün üçüncü elçi, İslâm siyaseti ile soruyor. "Yahu... duyduğuma göre, sen iki adam
hapsettirmişsin doğru mu?" Hükümdar: "Evet' der,"Doğru." "Ne yapmıştı onlar?" diye
sorar. Hükümdar da: "Milletin gözünü açıyorlardı. Milleti putlarından ayırıyorlardı" der.
"Peki ne söylüyorlardı?" diye sorunca o da "Allah'a dönün. Allah'tan başka ilah (emrinde
gezilecek) yoktur, diyorlardı." "Peki bir mucizeleri var mıydı?" "Evet varmış. Güya ölüleri
diriltip, kör gözleri açıyorlarmış." "Sen hiç gördün, dinledin mi onları?" diye sorunca elçi,
hükümdar: "Hayır" der. Üçüncü elçi gayet sakin: "Aaa bak, sana bunu yakıştıramadım.
Nasıl olur da sen kendin dinlemeden, görmeden bir insanı hapsedersin? Senin gibi adaletli
birine doğrusu yakıştıramadım. Hele onları şimdi çağır da bir ifadelerini al." Teklifi kabul
eden hükümdar uşak göndererek onları çağırtır. Onlar kapıdan içeri girer girmez
hükümdarın yanında kendi arkadaşlarını görünce çok şaşırırlar. "Aaaa" diyecek olurlar,
fakat üçüncü elçi işaret ederek, hükümdardan önce sözü ele alır: "Sizi gidi siziii... Hm.
Demek ki şehri birbirine karıştıranlar sizdiniz?" diye çıkışır. Durumu hemen anlayan öteki
elçi: "Biz Allah'a davet ettik"der. "Peki ne hüneriniz var?" Onlar da: "Ölüleri diriltir, kör
gözleri açarız" dediler. Çok zeki olan üçüncü elçi hükümdarın kulağına eğilerek: "Şunlara
mahzenden iki tane kör getirttir. Hadi bunun gözlerini açın, diyelim. Şunları bir mahcup
edelim de görsünler. Zaten açamayacaklar" der. Hükümdar bu teklifi çok beğenir, iki kör
getirttirir. Elçiler, "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek ellerini sürerler. Cenab-ı Hak âmâ
gözleri açar. Çok şaşıran hükümdarın kulağına eğilen üçüncü elçi: "Yahu bunlar ne yaptılar
böyle? Hadi iki âmâ daha getirttir. Onların gözünü de senin tanrıların açsın. Böylece hem
sen, hem de tanrıların şereflensin." dedi. Hükümdar üçüncü elçinin kulağına eğilerek: "Laf
aramızda kalsın ama bizim tanrılarımız göz açamaz ki" der. O da: "Aaaa. Ama gözü
açamayan tanrınız hakiki gözü nasıl taktı?" diye sorar. Burada da çelişki-
lere düşen hükümdar onlara dönerek: "Bir hafta önce ölen bir genci diriltir misiniz?" dedi.
Onlar da "Evet" dediler. Bu olay her tarafa yayıldı. Topluca mezarlığın başına gittiler. İki
elçi mezarın başına geçip, "Esselamunaleyküm ey ehli kubur" diyerek selam verirler. Ve bir
bakarlar, Allah'ın lütfü ile genç dirilir. Herkes şaşkın olduğu halde, hükümdar bu gence
sorar: "Ben biraz önce neredeydin ve ne görüyordun?" Genç: "Sen biraz önce başka bir
âlemden Antakya'yı seyrediyordum. şu üç elçi hariç herkes yanıyordu." Hükümdar şaşırır.
"Ne?" der. "Bu da mı onlardan?" Bu arada halk bunların üzerine yürür, "Siz bizi
putlarımızdan ayıracaksınız... Siz büyücüsünüz." demeye başlar. Ve büyük bir işkenceye
tabi tutarlar. Elçiler onlara şöyle demişlerdi. "Gerçekten biz, size gönderilmiş elçileriz."
Onlar da "Siz ancak bizim gibi bir insansınız. Sizin nereniz elçi? Hem Rahman size bir
kitap indirmemiş. Siz yalan söylüyorsunuz." Elçiler o kadar eziyete, işkenceye rağmen:
"Rabbimiz biliyor ya bizi. Siz bilmezseniz de olur. Biz size gönderilmiş elçileriz, dediler."
Allah'tan başka hiç kimseye yaranmak istemedikleri için mücadeleyi sürdürüyorlardı.
Onun için, "Bize düşen vazife apaçık bir tebliğdir" (iman edin veya etmeyin o sizin
bileceğiniz iştir dediler) Bu arada onlara, Allah'ın vaad ettiği musibetler gelmeye
başlamıştı. Hastalıklar arttı. Kuraklık baş gösterdi. Elçilere paralar teklif ettiler. "Gidin
buradan" dediler. "Siz geldiğiniz günden beri uğursuzluğumuz bitmedi. Siz çok uğursuz
geldiniz" dediler. Zannediyorlardı, ki Allah adına yola çıkan bir insanı biz sustururuz.
(onlar elçilere dediler ki, "Siz geleli uğursuz olduk. Bu sözlerinizden vazgeçmezseniz, sizi
taşlarla öldürürüz, size bizden çok acıklı azaplar gelir" dediler. Onlar da: "Uğursuz, aslında
siz kendinizsiniz. Biz size doğruyu söylediğimiz için mi uğursuz oluyoruz? Doğrusu siz
haddi aşmış kavimsiniz." cevabını verdiler. Halk artık tahammül edemez hale gelir.
Bunların üzerine atılırlar. Bu arada, şehir tarafından koşarak bir adam gelir. Bu adam
Habib Neccar'dır. "Ey kavmim bu elçilere inanın, bunlara uyun..." der. Sonra elçilere sorar:
"Siz bu iş için bir ücret istiyor musunuz?" Onlar, "Hayır" derler. "Biz sadece Allah rızası
istiyoruz." Habib Neccar tekrar halka dönerek: "Uyun bu elçilere. Bakın sizden bir şey
istemiyorlar. Onlar gerçekten hidayet ehlidirler" der. Halk, Habib Neccar'a hayret ederek.
"Aaa, sen de mi döndün? Sen de mi onların tanrılarına ibadet ediyorsun?" "Bana ne oluyor
ki, beni yaradan Rabbime ibadet etmeyeyim? O öyle Rabb ki hepiniz ona döneceksiniz."
Bırak o tanrıyı, dediler. "Hiç ben ondan başka tanrı yar edinir miyim? Eğer Allah bana bir
musibet, bir kader tayin etmiş olsa sizin tanrılarınız beni kurtaramaz." Habib Neccar
gerçekten iman eden biriydi. Korku uğruna Allah'tan vazgeçecek kadar iradesiz değildi.
Tam Allah'ın sevdiği imandan taşıyordu. "Ben dönersen hiç şüphe yok ki, apaçık bir
sapıklık içindeyim demektir. Ben Rabbimden dönmem" dedi. Onlar baskı yaptıkça, "Hey
haberiniz olsun ki iman ettim. Siz de ediniz." Karşısında bir şehir halkı olduğu halde
hepsine meydan okuyor, "İnandım" diyordu. Bütün yalvarmalara rağmen hançeri soktular,
Habib Neccar'a. Ölüme giden Habib Neccar'ın gözünden perde alındı ve "Cennete gir"
denildi. Gözünden perde kalkınca gideceği yeri gören Habib Neccar, gördüğü dünyanın
güzelliğine hayran kalarak, dedi: "Ne olaydı da şu gördüklerimi, şu bana verileni, kavmim
bilseydi. Rabb'imin beni bağışladığını (cennet), ikram edilenlerden kıldığını ah kavmim bir
bilseydi." (288)
Son anda dahi başkalarının imanını düşünüyordu.
(288) Yasin Suresi, Sayfa 2.
Daha sonra Allah, Mikail (a.s) emir verdi. Mikâil (a.s) geldi. Antakya'nın kalesine bir kanat
takıp, Antakya şehrinin altını üstüne getiriyor. (289)
İşte böyle muhterem kardeşim. Nüzul sebebi bilinmeden bir ayet tam anlaşılmaz. Cahil
insanlarız biz. Yani, İslâm'a göre cahiliz. (Günümüze göre falanca artistin metresini bilen
cahil değildir Af buyurun). Mealden anlamayız. Fakat tefsirden anlayabiliriz. Binlerce
insan meali alıyor ve anlayamayınca mahvoluyor.
Bu surenin bir ilginç tarafı da var. Yıllar önce bir gazetede okumuştum. Amerikalı bir
kozmografyacı, Antakya'nın altında şehir olduğunu Yasin sûresinden öğreniyor. Adam
gelmiş, çok ilginç kalıntılar bulmuş. Şöyle diyordu. "Siz Türkler kendi kitabınızdan
haberiniz yok. Halbuki o kitabınız var ya! O kitap sahipleri bahtiyardır."
Adam Müslüman mıydı bilmiyorum, ama şahane şeyler söylemişti. Kendi kendimden
utanmıştım.
Evet... Kur'an'ı meal manasından okursak, anlaşılması zordur. Tefsirden okursak anlarız.
Daha çok misaller vermek isterdim. O zaman da başka bir şey yazamam. Zannediyorum
yeterlidir.
(289) Esbabi Nüzul, Cilt 9, Cüz 22, S. 384.
Do'stlaringiz bilan baham: |